Cumhuriyet dönemi şehircilik anlayışını ve Türk mimarisinin tarihsel serüvenini anlamak amacıyla Enpolitik, Doç. Dr. Selçuk Özdağ ile özel bir röportaj gerçekleştirdi. Siyasetçi kimliğinin yanı sıra akademisyenliğiyle de bilinen Özdağ, şehirleşme sürecinin yalnızca yapılaşma değil, aynı zamanda bir kültür ve medeniyet meselesi olduğuna dikkat çekti.
Bir perî-i sûret görünmüş, bir hayâl olmuş sana
Cumhuriyetin Şehir ve Mimarî Tefrikası
İRFAN’dan İDBAR’a
Hem Muhtasar Hem Mufassal Serencam
ENPOLİTİK: Şehirciliğe ve mimarîye ne zaman ve nasıl ilgi duymaya başladınız?
SELÇUK ÖZDAĞ: Şehire, şehirciliğe, mimarîye ve imar konularına gençliğimden beri ilgi duymaktayım. Malum, hepimiz şehirlerde yaşıyoruz.
TÜİK’in tespitlerine göre, 2016 yılı itibariyle nüfusumuzun takriben %74’ü şehirlerde yaşıyor.
İçinde yaşadığınız, havasını teneffüs edip suyunu içtiğiniz mekânları barındıran coğrafyaya ilgi duymaz mısınız?
ENPOLİTİK: İlk gençlik yıllarından itibaren hayatınızın Ülkücü Hareket içinde geçtiğini biliyoruz. Hareketin dernek, vakıf, enstitü gibi sivil toplum kuruluşlarında uzun yıllar görev yapmışsınız. BBP ve AK Parti’de siyaset yapmışsınız. BBP ve AK Parti’de Genel Başkan Yardımcılığınız ve idarî kademelerde görevleriniz var.
Öncelikle geçmiş yılları dikkate alacak olursak, siyasî hayatınızda belediyecilik, şehir, şehircilik ve mimarînin yeri nedir?
SELÇUK ÖZDAĞ: Evet, ilk gençlik yıllarından itibaren Ülkücü Hareketin içindeyim. Hareketin hemen her kuruluşunda, her kademesinde görev yaptım. BBP’de görev yaparken, 1994 yılı mahalli idare seçimlerinde Keçiören Belediye Başkan Adayı oldum. Belediyecilik, şehircilik ve mimarî konusunda akademik manada düzenli çalışmalara o yıllarda başladım. Hala devam ediyorum. Mürüvvete endaze olmaz. Şartlar elverdiği ölçüde çalışmalarım devam edecek, inşallah.
ENPOLİTİK: Şehircilik geçmişimiz hakkında neler söylenebilir?
SELÇUK ÖZDAĞ: Bizim şehir serencamımızın çok derin kökleri var mazide. Mazi derken, hem Türk tarihini hem de Türklerin Müslüman olduktan sonraki tarihini kastediyorum.
Şehirleri, sadece gelip geçici gündelik hayatın bir parçası olarak görmemişiz.
Fethedilen, yerleşilen veya yeniden kurulan her beldeyi bayındır hale getirmişiz; evler, köşkler, hanlar, hamamlar, camii ve medreseler çok güzel mimarî yapılar inşa etmişiz, bu yapıları en güzel şekilde tezyin etmişiz (süslemişiz). Gelenekleriyle, kültürleriyle herkes insanî ölçüler içinde yaşamış. Taşa, toprağa, mermere, cama bir ruh üflenmiş; şehirler bu ruhla neşv-ü nema bulmuş adeta.
Üstelik bu gelenek, bu ruh; nesiller boyu, asırlar boyu devam etmiş. Bir şehir kültürü oluşmuş. Bu kültür içinde sadece Türkler ve Müslümanlar değil; kendini herhangi bir ırka ait gören herkes ve bütün dinlerin müntesipleri kendi hukuku içinde mutlu ve mesut bir şekilde yaşamış. Haristanı, gülistana çevirmişiz. Bir eski zaman muhayyilesi Osman Nuri Ergin’in, 1936 yılında yazdığı yazdığı “Türkiye’de Şehirciliğin Tarihî İnkişafı” isimli kitabında bu konuyu çok güzel bir şekilde izah eder:
“Azınlıklara mahallî ve millî işlerde serbesti verilmiş yani hükümet onların dillerine, dinlerine, kiliselerine, havralarına, okullarına, mahkemelerine, hastanelerine, medeni hallerine, evlenme, boşanma, doğum, ölüm gibi işlerine karışmamıştır.”
Şehirler eğitimin, ticaretin merkezi olmuş; yabancı seyyahlar şehirlerimiz hakkında sitayişle (methederek) bahsetmişlerdir.
ENPOLİTİK: Şehircilik ve inşa faaliyeti arasında birbiriyle ilintili karmaşık bir ilişkiler ağı mevcut. İnşa faaliyeti, insanlığın tarihi kadar eski, öyle değil mi?
SELÇUK ÖZDAĞ: Aslında inşa faaliyeti ilk insan Hz. Âdem ile başlamıştır. Âdemoğlunun, öncelikle barınma ve korunma ihtiyacı, inşa faaliyetini ortaya çıkarmıştır. İlk insanın yaşadığı mağaraya bile bir nizam ve intizam vermesi bir çeşit inşa faaliyetidir.
Barınma mecburiyeti hisseden ilk insan, bu ihtiyacını karşılamak için önce tabii çevresine düzen vermiştir. Tabiatta hazır halde bulunan sığınakları, mağaraları kullanmış; mevcut barınma mekânlarının bir süre sonra artan ihtiyaca cevap vermemesi sebebiyle çevresini yeniden düzenlemiştir. İnsanın, bir defa çevresini şekillendirmesi, asırlar boyu sürecek olan bir inşa faaliyetini başlatmıştır.
Artan nüfus, iklim değişiklikleri vs sebeplerle tabii çevrenin barınma ve korunma ihtiyacına cevap verememesi, insan yapısı çevrenin gelişmesine, büyümesine yol açmıştır. Tabii yapıların ve çevrenin yeterli olmaması, insanoğlunu yeni hal çareleri aramaya sevk etmiştir.
Tabii çevrenin geliştirilmesi için değiştirilerek dönüştürülmesi aslında insanın kendi zararına olmuştur. Bu bir bahs-i diğeri ise insanoğlunun kendi kendini koruması, sonra ailenin ve toplumun korunması, daha fazla emeğin ve malzemenin teminini zorunlu kılmıştır. İnşa sürecinde zamanla başka insanların çalışması veya çalıştırılması mecburi hale gelmiştir.
İlk önce tamamen gerçek ihtiyaçların karşılanması amacı ile başlayan bu faaliyet, daha sonra, çıkış noktasından çok farklı, bambaşka bir mecraya sürüklemiştir.
Gerçekte ihtiyaç olmadığı halde inşa faaliyeti yürütmek, inşa sürecinde diğer insanları çalıştırmak, nispeten güçsüz kişileri daha çok çalıştırmak, onların haklarının gereği gibi teslim etmemek; onları, kendi haklarını koruma imkânından mahrum etmek… Bu bambaşka mecradaki kilometre taşlarıdır. Bu süreçte başka bir şey daha olmuştur. İnsanlara daha sağlıklı, daha rahat, daha kullanışlı evlerin inşa edileceği vaadi ve iddiası ile mimarlar ortaya çıkmıştır.
Bir müddet sonra, mimarlar da iktidar sahiplerinin otoritesi altına girmiş, mimarlık mesleği ile bağdaşmayan mimarlık yapmaya başlamışlardır. Başka bir ifadeyle insan, insana; mimar insana yabancılaşmıştır.
ENPOLİTİK: Peki, sonra tarihî süreç nasıl devam etmiştir?
SELÇUK ÖZDAĞ: Sonra bu tarihî süreç şöyle gelişmiştir: İnşa faaliyetinde insani boyutlar aşılmış, insanlar, kendi iradesi dışında inşa edilmiş barınaklarda / evlerde yaşamaya mecbur kalmışlardır.
Tabii (organik) çevre tahrip edilmiş, suni -insan yapısı- bir çevre düzeni kurulmuş ve insan özüne yabancılaşmıştır. Böylece insan, hızlı bir şekilde insana yabancılaşmıştır.
Nüfus artışı ve göçler sebebiyle mevcut şehirler büyümüş, yeni şehirler kurulmuştur.
Böylece ciddi ve önemli büyüklükte yapı ve inşa faaliyeti ortaya çıkmıştır.
Ancak bu faaliyet genel olarak iki koldan yürüyor:
Kamu otoritesi tarafından gerçekleştirilen yapı ve inşa faaliyeti, özel şahıslar tarafından yürütülen yapı ve inşa faaliyeti.
Her ne suretle yapılmış olursa olsun, her yapı eylemi, mimarlık olarak kabul edilmemektedir.
Mimarlık, ?özel bir yapı eylemi olarak tarif edilmektedir.
Her yapı eylemi sonuç olarak, bir yapı üretimini amaçlamıştır. Mimarlık da bir yapı üretimi biçimidir, ancak bir yapı inşa etmenin mimarlık sayılabilmesi için, bilinçli bir tasarım sürecinden sonra uygulanmış olması gerekir.
Yani, kapalı iç mekânlar oluşturmayı amaçlayan ve bir mekân üretimi etkinliği olan mimarlığı, herhangi bir yapı eyleminden ayıran şey bilinçli bir tasarım sürecidir.
ENPOLİTİK: O halde, bu bilinçli tasarım sürecini besleyen şey nedir?
SELÇUK ÖZDAĞ: Süreci tasarlayan kişi, tabii ki mimar, mühendis, şehir plancısı.
İlk çağlarda her insan yapı faaliyetine, bu sürece yön veriyordu. Belli imkânları elde eden, belirli bir gücü olan herkes sürecin içindeydi. Ama artık öyle değil: Şimdi sürece yön veren mimar, mimarlar. Bilinçli tasarım süreci bir mimar tarafından hazırlanır, geliştirilir ve tamamlanır. Mühim olan teknik ilgiye sahip olan kişidir. Tek tek yapılara hayat veren, şehirlere yeni uzuvlar (yeni mahalleler, yeni sokaklar) kazandıran kişi, şehir plancısı ve mimardır.
Nihai maksat düşünüldüğünde mimarın bir kamu yönetimine bağlı olarak veya serbest bir şekilde çalışması önemli değildir. Önemli olan mimarın müktesebatıdır. Çünkü tasarım süreci mimarın mahareti ile şekillenecek, mimarın kabiliyetleri ile bilinçli hale gelecektir.
Bu yüzden mimarın eğitimi, yetişme biçimi, duyuşu, düşünüşü, hissiyatı, insana, eşyaya, hayata ve hadiselere bakışı, yapı ve inşa faaliyetine yön verecektir.
Bir mimarın az çok ressam ve heykeltıraş olması, şiiri duyması, müzikten anlaması ve tarih, psikoloji, sosyoloji bilmesi gerekli olduğu gibi, bunların kendisine vereceği bilgi ve zevk olgunluğu ile yaratacağı binaları taşıyacak temellere de sahip olması şarttır.
Mimar, kendi müktesebatı ile eserini ortaya çıkarır. Mimarda ne varsa, eserde onu görürüz. Eser, mimarın aynasıdır. Eser aynasına bakarak, mimarı görebiliriz.
Bu yüzden asrının velid şairi Ziya Paşa; “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. Görünür şahsın rütbe-i aklı, eserinde” demiştir.
Kişinin aklının rütbesi, eserinde görünür. Şöyle bir nazire yapılabiliriz: Mimarın aklının rütbesi de, eserinde görünür!
Mimar; ailesinden, okulundan, toplumdan, sosyal çevresinden velhasıl havasını teneffüs ettiği kültür ortamından ne almışsa eserine de onu yansıtacaktır.
Yani toplumun sahip olduğu kültür yapısı, tek tek her yapının değil, bir yekûn olarak şehrin ve hatta şehirlerin karakterini oluşturur, karakterlerine rengini verir.
Bunun tersi de mümkündür: Mekânlar, fizikî yapılar, kişilerin ve toplumun hissiyatını, düşüncelerini etkiler, değiştirir, yön verir.
Fakat bu karşılıklı ilişkinin bir tartışma konusu olduğunu ifade etmek gerekir.
Etki, değişim, dönüşüm ve yönlendirmenin karşılıklı olduğu söylenebilir. Yani dış çevre ve mekânlar ile düşünceler arasındaki ilişki tek yönlü değil, karşılıklıdır.
Ama şunu da kabul etmek gerekir ki; günümüzden geriye doğru gittikçe mimarî yapılarda, şehirlerde mahallî karakter daha çok kendini belli eder.
Hatta farklı milletler ve kültürler değil, aynı kültür içinde bile bu karakteri görmek mümkündür. 14. asırda inşa edilmiş bir Osmanlı Camii ile 17. asırda inşa edilmiş bir Osmanlı camii mutlaka farklıdır. Kültürel yapı ne kadar sağlam ise, mahallî karakter o kadar temayüz eder. Bunu millî karakter olarak da ifade edebiliriz. Aynı yörede, aynı çevre şartlarını paylaşan değişik kültürlere mensup toplum kesimlerinin mimarîlerinde de bu farklılaşma açıkça görülebilir. Aynı mahalledeki camii ile kilisenin mimarîsi farklıdır.
Sağlam bir kültürel yapıya sahip olmanın yanı sıra bunun temel sebeplerinden biri de haberleşme, ulaşım ve iletişim imkânlarının durumudur. Ulaşım, iletişim ve haberleşme imkânlarının gelişmişlik seviyesiyle millî ve mahallî karakter arasında ters bir ilişki vardır. Bu imkânlar geliştikçe, millî ve mahallî karakterin uzun süre özüne muvafık bir şekilde muhafaza edilmesi güçleşir.
Tabii mimarlığın bir de güzel sanatlarla münasebeti var.
ENPOLİTİK: O halde mimarlık, bir güzel sanat mıdır?
SELÇUK ÖZDAĞ: Mimarlık, bediî sanatlar içinde tasnif edilmektedir. Ne kadar güzel bir tasnif, öyle değil mi? Zaten bediî, güzel ve ebedi olan demektir. Güzel sanatlar ne yapar? En özlü ifadesiyle insanın hayatını güzelleştirir. Osmanlı Der-Saadetinde yani İstanbul’da 1800?lü yılların başında Sanayi-i Nefise Mektebi kuruluyor.
İsmi çok güzel... Nefise, “pek beğenilen, pek güzel” demektir. Sanayi ise sanatlar manasında kullanılıyor. “Sanayi-i Nefise”, yani güzel sanatlar demektir. Sanayi-i Nefise Mektebi daha sonra Devlet Güzel Sanatlar Akademisi oluyor. Günümüzde ise Mimar Sinan Üniversitesi olarak hizmet veriyor.
Mimarlık, güzel sanatların bir dalı olarak kabul edilmiştir. Birçok ülkede mimarlık eğitimi, güzel sanatlar eğitimi veren kurumların içinde yer almaktadır.
ENPOLİTİK: Bizim şehircilik ve mimarîmiz nasıl şekilleniyor?
SELÇUK ÖZDAĞ: Şehirler ve şehircilik anlayışı Osmanlı’dan bize miras kaldı. Miras kaldı ama biz şehirleri de şehircilik anlayışını da reddettik: Redd-i miras yaptık.
Klasik Osmanlı şehrinde; şehir, cetvelle bir plana tabi tutulmamıştı ama şehrin gelişimi mutlaka bir mantık silsilesi içinde oluyordu.
Şehirler, önceden planlanmış değildir. Fakat gelişme ve büyüme her zaman tabii bir şekilde olmuştur.
Temel mantık, insanın mutluluğudur. Bunu için ölçüler, insanî boyutlardadır.
Yapılaşmayı sivil mimarî olarak telakki ederseniz, klasik Türk Evi modeli ön plana çıkar. Osmanlı mimarlığının, abidevî camilerden sonra yaratmış olduğu en önemli yapı türü evdir.
Türk Evi olarak bilinen bu yapıların en iyi örneklerine Anadolu’da ve Balkanlar’da rastlanır.
Ev, inşa edilir. Evin büyümesi, ihtiyaca binaen mümkündür. Ailenin bir oğlu, daha doğrusu, büyük oğlu evlenirse, onun için yeni bir veya birkaç oda inşa edilirdi. Evin büyümesi, eskilerin ifadesiyle mukteza-ı hale muvafık olarak; yani şartların gereklerine göre olurdu. Bu aynı zamanda Orta-Asya Türk otağının (Çadırının) yeni otağlarla büyümesi geleneğinin devamıdır. Bosna Evi de böyledir, Safranbolu Evi de böyledir, Erzurum Evi de böyledir. Anadolu şehirlerinde bu ev örneklerini çoğaltmak mümkündür.
Cumbalı, cihannümalı, eli böğründeli, hatıl ve tavan göbekli, nişli, sekili, eyvanlı, kilerli, Bağdadî duvarlı, hayatlı, taşlıklı evler… Düşünebiliyor musunuz zarafeti?
“Cevahir kadrini, cevher füruşan olmayan bilmez.” Önce bu cevherlerimizi bilmek, öğrenmek lazım.
Türk evi, içe dönük bir düzen esasıyla inşa edilir. Hane halkının ev hayatı, sokağa açılmaz veya sokakla doğrudan bağlantılı değildir. Ev mahremiyetinin temin edilmesindeki gayret ve titizlik açıkça görülebilir.
Mesela cumba. Cumba, bir estetik unsur ama aynı zamanda mahremiyeti temin ediyor. Evvela, sokağa görünmeden sokağı görüyor. İkinci olarak mimarî bir yapı olan evin odası için ışık temin ediyor, farklı açılardan ışığı içeri alarak mekânı aydınlık hale getiriyor.
Sokak da aynı şekildedir. Osmanlı şehirlerinde çıkmaz sokak diye bir şehir şubesi vardır. Üstelik çıkmaz sokak yapısı yaygındır. Sokağa girersiniz, ama çıkamazsınız. Çünkü sokağın diğer ucu kapalıdır.
Peki, böyle bir şube inşa etmenin amacı nedir? Amaç, cumbada olduğu gibi öncelikle mahremiyeti temin etmektir. Sonra sükûneti, sessizliği temin etmektir. Sonra da sokak komşuları arasında samimiyeti tesis etmektir.
Türk mimarîsi, bu şekilde Anadolu’da ve Balkanlar’da kendine ait hususiyetleri olan bir ev tipi ortaya çıkarmıştır. Bu ev tipi, Anadolu’da bin senedir yaşamaktadır. Yaşamaz mı? Düşünün; Amerika keşfedilmeden 300 sene önce biz Domaniç’e çınar dikmişiz. Bin sene de yaşar, yüz bin sene de.
Evler, sokaklara; sokaklar ise mahallelere vücut verir. Bu yüzden Osmanlı’da bir ev kültürü, sokak kültürü ve nihayet mahalle kültürü yerleşmiştir. Ev de, sokak da, mahalle de ihtiyaca göre gelişir, büyür. Ama güzelliğini, estetiğini, zarafetini kaybetmez. Bir eve bir veya birkaç oda ilave edilmesi, onun güzelliğini kaybettiremez.
Bir eve oda ilave edilmesi, bir şehre sokak veya mahalle inşası aynı mantık üzerinde yürür. İhtiyaç, mahallî malzeme ile inşa İnsanî boyut.
Bizde ayrıca komşu kültürü ve komşuluk kültürü var, öyle değil mi? Komşu hakkı var. Peygamberimizin komşu hakkında hadisleri var.
Malum-u âliniz, Turgut Cansever, “bilge mimar” olarak bilinir. Çok kıymetli kitapları vardır: “Ev ve Şehir Üzerine Düşünceler”, “Dünyayı Güzelleştirmek”, “İslam’da Şehir ve Mimari”, “İstanbul’u Anlamak” bunlardan bazılarıdır.
Sorarım size, bir yapının bir binanın yüksekliği ne kadar olmalıdır? En ideal, en optimal, en insancıl ölçü, yükseklik, irtifa nedir? Söyleyebilir misiniz, bana? Nedir ölçü?
Söyleyemezsiniz, çünkü bugün böyle bir ölçümüz yoktur! Maalesef.
Ama bilge mimar Turgut Cansever, “Ev ve Şehir Üzerine Düşünceler” isimli kitabında bizi, böyle bir ölçüden haberdar ediyor. Nedir o ölçü biliyor musunuz? Şudur:
Bahçede oynayan bir çocuk annesine: “Anne!” diye bağırdığında sesini duyurabiliyorsa işte o yapının, o binanın yüksekliği insanî ölçülerdedir ki; bu da üç kattır.
ENPOLİTİK: Kamu binaları nasıl yapılıyor? Kim inşa ediyor?
SELÇUK ÖZDAĞ: Osmanlı’da bakanlık, adliye, valilik, tapu müdüriyeti gibi kamu kuruluşlarına ait resmi binalar yoktur. Yani, klasik dönemde resmî yapı, kamu kuruluşu binası yoktur. Peki, resmî bina, kamu kuruluşu binası yok ise, resmî işlemler nasıl ve hangi mekânlarda yürütülüyordu?
Resmî işler, resmî devlet görevlilerinin konaklarında yürütülüyordu. Osmanlı’daki konak mimarîsi ve kültürü önemlidir.
Bugün hâlâ bazı şehirlerimizde gördüğümüz Vali Konağı, Kadı Konağı, Paşa Konağı gibi yerleşkeler Osmanlı resmî binalarıdır.
Hükümet Konakları ise daha sonra; 1860’lardan sonra inşa edilmeye başlanmıştır.
ENPOLİTİK: Şehrin sivil yerleşiminin esasları, teamülleri vardır, öyle değil mi?
SELÇUK ÖZDAĞ: Halkın istifadesi için yapılan camiler, medreseler, hanlar, hamamların inşa mantığı aynıdır.
Hepsinde ihtiyaç, mahallî malzeme ile inşada insanî boyut mutlaka gözetilmiştir. Mesela bir camiden yüksek ev, bina veya yapı görmeniz mümkün değildir. Şehirde, abidevî (anıt özelliği taşıyan) tek yapı kubbe ve minaresiyle camiidir. Şehrin en büyük camisi ise, Ulu Camii’dir.
Klasik ticaret merkezi çarşıdır. Esnaf, meslekler itibariyle aynı çarşıda toplanmıştır. Camiden sonraki en önemli yapı hamamdır. Zaten camisiz ve hamamsız Türk şehri düşünülemez.
İmarethaneler, medreseler, tekke ve zaviyeler, han, kervansaray, çeşme, köprü, türbe ve mezarlıklar şehrin diğer önemli yapılarıdır.
Bilge Mimar Turgut Cansever, “Ev ve Şehir” isimli kitabında mahalle hakkında şöyle yazmıştır:
“Mahalle, bir şehirde kendi kendini yöneten idari bir birimdir. İnsan ölçeğindeki bu mahallelerde, mahalle sakinleri aynı zamanda çevre bilincinin farkına varırlar. Bu mahallenin yani çevrenin her türlü sorumluluğuna katılırlar.”
Bu durum, Osmanlı şehrinin değişmez bir kuralıdır.
Şehirler; dağların yamaçlarına yaslanmıştır. Neden? Öncelikle tarım arazileri korunmuştur, tarım arazileri şehir toprağı olmamıştır. İkinci olarak, depremler için ciddi bir tedbir alınmıştır. Düz ovalarda kurulan şehirlerdeki yıkımı görüyoruz şimdi.
Sakarya örneği herkes için ders olmalı. Sakarya, topoğrafik olarak koyu yeşil arazi üzerine inşa edilmiştir. Yani sulak, yemyeşil topraklar üzerine inşa edilmiştir. Tabii deprem olunca da hepsi yıkıldı. Acı bir şekilde yaşadık.
Şehirleri dağların yamaçlarına inşa etmenin bir özelliği de nedir, biliyor musunuz?
Yamaçlarda inşa edilen her ev, önündeki evden biraz daha yüksektedir. Böylece hiçbir ev, bir diğerinin güneşine mani olmaz. Bütün evler ve bütün şehir, güneş ışığı alır.
Düşünün; şehirler aydınlık, evler aydınlık, insanlar aydınlık, mutlu, mesut…
Aydınlık insanlar, aydınlık şehirler kurar; aydınlık şehirler ise aydınlık nesiller yetiştirir. Bu yüzden şehirler, yapısı ve mimarîsiyle halkının değerlerini, inançlarını, velhasıl kültürünü yansıtır.
Osmanlı’yı büyük yapan budur. Medeniyet haline getiren bu anlayıştır.
Osmanlı, dünya içinde kendi dünyasını kurmuştur, yaşamıştır, yaşatmıştır.
Osmanlı’da toprak kullanımı, arazi kullanımı, mekân kullanımı kısaca bu şekildedir.
ENPOLİTİK: Arazi kullanımı şehrin mimarî olarak yerleşimini, mekân taksimini ifade ediyor. Ayrıca belde hizmetlerinin yürütülmesi var. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
SELÇUK ÖZDAĞ: Evet, doğru. Arazi kullanımından sonra belde hizmetlerinin üretilmesi ve sunulmasına sıra geliyor.
Bu aşamada, ilk olarak idarî birimler, ikinci olarak kadılık makamı, üçüncü olarak vakıflar var. Mahallî hizmetlerin karşılanması için Kadıların çok önemli görev ve yetkileri var. Bunun için İlber Ortaylı Hoca’nın “Osmanlı Devletinde Kadı” isimli kitabı okunabilir.
Ayrıca Vakıflar var tabii. Belde hizmetleri için Vakıflar da çok önemli görevler deruhde ediyorlar (görev üstleniyorlar).
“Vakıf” kelimesi, sözlüklerde “durdurmak, mal yığılmasını durdurmak” şeklinde tarif edilmiştir.
Vakıf, belirli bir taşınmazın (arsa, arazi vs.), akli melekeleri yerinde bir kişi tarafından, herhangi bir süreyle bağlı olmaksızın (süresiz), bir amaç için tahsis edilmesidir.
Belirli bir amacı gerçekleştirmek için ayrılan taşınmaz mala “vakıf”; bu tahsis etme işlemine de “vakfetme” denir.
Vakfedilen taşınmaz, usulüne uygun olarak ilan edilir ve ilgili mahkemede hâkim tarafından kayıt ve tescil işlemi yapılır. Bu kayıt ve tescil işleminden sonra vakıf, tüzel kişilik kazanır.
Her vakıf için bir senet (yazılı belge) hazırlanır. Vakfın adı, hangi amaçları gerçekleştirmek için kurulduğu, vakfedilen taşınmaz malın yeri, özellikleri, sınırları, vakfın gelirleri ve gelirlerin nasıl harcanacağı bu belgeye yazılır.
“Vakfiye” olarak da adlandırılan bu belgelerde, ayrıca, vakfın mütevelli heyetinin kimlerden oluşacağı ve tescil tarihi de kaydedilir.
Eski vakıflarımızın kurucu belgeleri (vakıf senetleri) incelendiğinde, vakfın şartlarını değiştirip bozanlar veya belgelerde yazılı şartları yerine getirmeyenler için bedduaların da yer aldığı görülür.
Bu sebeple, vakıf senetlerinde yer alan hükümler büyük önem taşımaktadır.
Vakıf malları devredilemez, miras bırakılamaz, satılamaz ve vakıf senedindeki amaçlar dışında kullanılamaz.
Türk tarihinde vakıf kuruluşlarının ilk nüveleri, Eski Türk toplumlarında görülebilir. İslamiyet’ten önce de vakıf kuruluşlarının ilk uygulamalarının var olduğu bilinmektedir.
Uygurlar döneminde, -Turfan vesikalarında- bir Han tarafından Uygur Tıp Medresesine bir arazi ve bağ vakfolunduğu yapılan araştırmalar sonucunda gün ışığına çıkarılmıştır.
Türklerdeki ülüş, başak, yağmalı toy, şölen ve aş verme gibi törenler, beyler arasında, bir taraftan siyasî hesaplara hizmet ederken, diğer taraftan da toplumdaki saygınlığın korunması ve sosyal yardımlaşmanın güçlendirilmesini amaç edinmiştir.
Türk’ün soyluluğa yükselmesi, mal yağmalatma veya şölen verme yarışıyla kazanılırdı. Hangi Bey, en görkemli ziyafeti verir; en çok mal yağmalatırsa, o Bey, diğer Beylere göre daha üstün bir itibar ve şeref elde ederdi.
Kırk gün kırk gece düğün ziyafeti, kırk fakiri üç öğün doyurma gibi adetler, eski Türk toplumlarının günümüze kadar uzanan törelerinin birer nişanesi olsa gerektir.
Sosyal güvenlik ve sosyal yardım sistemi, Batı’da ancak 20. yüzyılın başında kurulmaya başlamışken, asırlar önce Türk toplumlarında gelir ve serveti yeniden dağıtan ve bu vesileyle eşitsizlikleri ortadan kaldıran birtakım geleneklerin olması dikkat çekicidir.
Selçuklu devrinde inşa edilen yüzlerce camii, mektep, medrese, han, hamam, şadırvan, kütüphane, bimarhane (hastane), aşhane, meşruta (külliyede görevli kişilerin evleri) ve daha niceleri bu vakıf ruhunun tecessüm etmiş, yapılara dönüşmüş halleridir.
Dikkat edilecek olursa, vakıf ruhuyla cisimleşen bu yapılar, yani vakfedilen her şey, kişilerin özel mülkiyetinden çıkarak, toplumun mülkiyetine geçmekte ve vakıf, toplumun tamamına mal edilerek sosyal bir kuruluş halini almaktadır.
Selçuklu devrinin vakıfları hakkındaki bir araştırmada araştırmacının konu hakkındaki tespiti şöyledir: İktisadi ve kültürel bakımdan çok ileri bir durum arz eden Selçuklu Türkiye’sinde tababet (tıp ilmi) o derece ehemmiyet kazanmıştı ki, hemen her şehir ve kasabadaki hastanelerde tedavi meccanen (ücretsiz) olup, her birinin büyük vakıfları vardı.
Şunu da ilave etmek gerekir ki; Selçuklularda, çok sayıdaki vakfın idaresinin düzenli bir şekilde yürütülmesini sağlamak için bir Evkaf Nezareti yani Vakıflar Bakanlığı bile kurulmuştu.
Osmanlı Devleti’nde, halkın ihtiyacı olan eğitim, sağlık, bayındırlık ve sâir sosyal hizmetlerinin yürütülmesini vakıflar üstlenmişti.
Selçuklularda olduğu gibi, Osmanlılarda da vakıf kuruluşlarının kökleri, eski Türk geleneklerine uzanmaktadır.
İmparatorluk devrindeki diş kirası uygulaması, aslında eski bir Türk geleneği olan yağmalı toyun Osmanlı kültürü içinde aldığı yeni şekilden başka bir şey değildir.
Osmanlı döneminde, vakfetme ve vakıflaşma o kadar yaygınlaşmıştır ki, 1500’lü yılların başında Osmanlı topraklarının beşte biri vakıf toprağı haline dönüşmüştür.
Sadece 1700 - 1800 yılları arasında, yaklaşık 6.000 adet vakıf kurulmuştur.
Her dönem yeni bir ruh ile gelişen vakıf kuruluşları sebebiyledir ki, 16. yüzyıl Osmanlı devri için “vakıf cenneti yüzyılı” tabiri uygun görülmüştür.
Vakıflar, Osmanlı toplumunda dinî hizmetlerden çok; bayındırlık, şehircilik hizmetleri, sosyal faaliyetler ve kültür miraslarının korunması gibi kamu hizmetlerini yerine getirmişlerdir.
Vakıflar, toplumun her yönden sürekli olarak yenilenmesini sağlamış, yardımlaşma ve dayanışma duygusunu güçlendirmiş, bugün bizim “empati” dediğimiz eşsiz bir diğerkâmlık numunesi vücuda getirmişlerdir.
Vakıfların özellikleri; iktisadî, sosyal, kültürel ve medenî münasebetler bakımından her biri birer tarihi vesika olan vakıf senetlerinin içeriği incelenecek olursa, açık bir şekilde görülecektir.
Aşır Efendizâde Mustafa Kamil Efendi, kudretli bir şahsiyet ve parlak bir beyin. Bir Osmanlı kadısı Kadılık yapıyor, 1917 senesinde vefat ediyor.
Mustafa Kamil Efendi “Evkaf Nedir?” isimli eserine şöyle başlıyor:
“Efsanevi telakkilere maruz kalan Evkafın vatanın belkemiği mesabesinde bir müdafa-i milliye teşkilatı olduğunu ve memleketi bu suretle Türkleştirdiğimizi vatanla alaka iddia eden herkesin bilmesi farzdır. ... Ecdad-ı izamımıza zapt ettikleri memleketlerin şehirlerin emval ve emlakinin Türkleştirilmesi vakıf sayesinde mümkün olmuştur?”
Mustafa Kamil Efendi, Vakıflar için diyor ki:
“Vakıflar, vatanın belkemiği mesabesinde bir müdafaa-i milliye teşkilatıdır.”
Muhteşem bir tarif öyle değil mi? Vatanın belkemiği…
Genel olarak, şehrin bütününü ilgilendiren her türlü hizmet, cami, okul, kitaplık, hastane, han, çeşmeler, sebiller, imaretler, su getirme, bu tesislerin bakımı, hatta bazen mezarlıklar, vakıf kanalıyla yapılmıştır.
Bu yüzden Osmanlı toplumunda, vakfa dinî bir müessese olmaktan çok, beledî bir müessese olarak bakmak gerekir.
Cumhuriyet döneminde ise vakıflar; eğitim, sağlık, bayındırlık, şehircilik gibi alanlardaki faaliyetlerine devam etmişlerdir.
1826 yılında kurulan Evkaf-ı Hümayun Nezareti? 1920’ye kadar vakıfların idaresinden sorumlu olmuş, 1920’de aynı görevi ifa etmek için Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kurulmuştur.
Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin 1924 yılında kaldırılması üzerine Evkaf Müdüriyet-i Umumiyesi (Vakıflar Genel Müdürlüğü) kurulmuştur.
ENPOLİTİK: Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki şehir ve yapılaşma birbirinin devamı şeklinde midir?
SELÇUK ÖZDAĞ: Osmanlı’nın son devri; ekonomik, sosyal, siyasî, kültürel, olarak bütün değerlerin herc-ü merc olduğu bir devir olmuştur.
Tabii bu durum, şehir ve mimarî açısından da benzer şekilde cereyan etmiştir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, meşhur “Beş Şehir” isimli kitabında diyor ki:
“Şiir hiçbir şey söylemiyordu. Mimarî zevki soysuzlaşmıştı; saraylar ve konaklar küçük Avrupa burjuvasının evleri gibi döşeniyordu…”
Fakat şu hakkı da teslim etmek gerekir ki, şehircilik ve mimarî açısından bu dönemde dikkat çeken fikirler ileri sürülüyor ve fedakâr bazı çalışmalar da yapılıyor.
Bahse konu bu dönem, genel hatları itibariyle 1900-1950 yılları arasında, takriben 50 senelik bir dönemdir.
Bu dönemde, şehircilik ve mimarlık çalışmalarında, özellikle mimarlar “Türk millî mimarîsi, millî mimarî, mimarîde Türk üslubu” konularında bazı çalışmalar yapmışlardır.
Bu mimarlar diyor ki; “bizim Orta-Asya Türk şehirciliğinde ve mimarîsinde, Selçuklu ve Osmanlı şehrinde ve mimarîsinde kendimize özgü bir millî tarzımız vardı.”
Zamanla bu millî tarzımızı kaybetme noktasına geldik. Kendi şehirciliğimizi ve mimarîmizi yeniden canlandırmalıyız.
Bu çalışmalar genel olarak, 1900-1930 ve 1930-1950 yılları arasında iki döneme ayrılıyor.
Birinci dönemdeki fikir ve çalışmalar 1.Millî Mimarlık Akımı; ikinci dönemdeki fikir ve çalışmalar ise, 2.Millî Mimarlık Akımı olarak isimlendiriliyor.
Mimar ve mühendisler, şehir ve mimarîdeki her üslubun, her tarzın aslında siyasetin, ideolojinin ve fikirlerin birer yansıması olduğunu; her tarzın, zamanın ruhunu taşa, toprağa, mermere, çimentoya, yansıttığını, bu sebeple bizim fikrimizin, fikriyatımızın, ruh dünyamızın da toprağa, mekâna yansıtılması gerektiğini söylüyorlar, yazıyorlar.
Sadece yazı ve söylemle de iktifa etmeyip eyleme de geçiyorlar; yeni inşaat işleri başlatıyor, yeni binalar yapıyorlar.
Batı’nın etkisi her alanda hissedilmeye başlayınca, bunu kendisine dert edinenler, bize ait olan bir tarz oluşturmaya çalışıyorlar.
Mimar Kemalettin, Mimar Vedat, Abidin ve Muzaffer beyler, Ali Talat ve arkadaşları; tamamen millî endişelerle hareket ediyorlar.
Bir şehrin toprağının, arazisinin, mekânının kullanımında millî duyguları yansıtmak, millî şuuru güçlendirmek için unutulan Türk sanatı, mimarlığı ve şehirciliği yeniden canlandırılmalı diyorlar.
Kendi değerlerimizin yeniden ortaya çıkarılması ve yaşatılması gerektiğini ileri sürüyorlar. Geleneksel Türk millî tarzının, çağın gereklerine göre yeniden yorumlanabileceğini iddia ediyorlar.
Fikirlerini kuvveden fiile de çıkarıyorlar, yeni planlar yapıyorlar. Bu yeni üslup, bu yeni tarz Osmanlı mimarîsinden de bazı motifler taşıyor.
Mesela, taşıyıcı bir unsur olmasa da yapılarda kubbe inşa ediyorlar. Ankara / Ulus’taki Ankara Palas binası örnek gösterilebilir.
Tabii bu uygulamayı eleştiren kalemler de olmuş.
Ahmed Haşim, “Üç Eser” isimli kitabında bu yeni tarzı eleştirerek diyor ki:
Otel, banka, mektep, iskele; şimdi dışarıdan minaresi ve içeriden minberi eksik birer camii karikatürü gibi oldu.
Kabul etmek gerekir ki; şehircilikte, plancılıkta, mimarlıkta yeni bir tarz, bir kimlik inşası, kolayca başarılacak işlerden değildir. Yeni bir tarz, bugünden yarına yerleşmiyor.
Çalışkan, vefakâr ve vatanperver bu insanların gayretleri ne yazık ki yeni bir mimarî üslup ortaya çıkarılmasında yeterli olmuyor.
Bir Arap mimarîsinden bahsedilebilir. Orta-Asya Türk mimarî tarzından, Selçuklu ve nihayet Osmanlı mimarî tarzından bahsedilebilir. Hepsinin kendine has birtakım özellikleri var.
Ama Cumhuriyet devrinde Anadolu’da Türk mimarî tarzı nedir?
“Türk mimarî tarzının ayırıcı özellikleri var mıdır?” diye sorulacak olursa, buna olumlu cevap vermek biraz zordur.
1940’lara doğru, 2.Dünya Savaşı’nın ayak sesleri duyulmaya başlayınca harp mimarîsi ön plana çıkmış, çok sayıda kışla, tahkimat inşası ve sığınak, yapılmıştır.
Hatta bu dönemde ciddi miktarlarda demir ve çimento kullanılmıştır.
Savaşın başlamasıyla da zaten demir ve çimento piyasadan nerdeyse tamamen çekilmiş, inşaatlarda, yapı malzemesi olarak daha çok taş kullanılmaya başlanmıştır.
Bu yüzden İkinci Harp yılları, 1940-1950 yılları arası Taş Devri olarak adlandırılmıştır.
Türkiye, savaşa katılmamıştı ama sürekli savaşa hazır halde bulunan halk ve ordu, savaşın etkilerini derinden hissetmiştir.
ENPOLİTİK: Cumhuriyetin ilanından sonra CHP, Tek-Parti olarak teşkilatlanıyor. Uzun yıllar iktidarda kalıyor.
Netice olarak CHP, devlet partisi oluyor. Parti devletleşiyor; devlet partileşiyor.
Bu dönemdeki şehircilik, şehir planlaması ve mimarlık uygulamaları nasıl yürütülüyor?
SELÇUK ÖZDAĞ: Cumhuriyet ilan edildikten sonra artık Osmanlı’dan farklı bir idare biçimine geçilmiş oldu.
Malum olduğu üzere, Cumhuriyet rejimi, kendini görünür kılmak için ciddi olarak gayret sarf etmeye başlamıştır.
Yapılan inkılapların amacı, halkın gündelik yaşayışını değiştirmektir.
Mesela kılık-kıyafet değişiklikleri, şapka inkılabı, resmi kıyafet ve üniforma tasarımları gündelik hayatı ve hayatın görünümünü değiştiren çalışmalardır.
Şehircilik ve mimarî alanında da aynı gayretleri görmek mümkündür.
Bu dönemde klasik Avrupa mimarîsinin temel esaslarına paralel olarak devletin ciddiyetini, güçlülüğünü ve otoritesini ön plana çıkaran, insan ölçeğini aşan, ağır kütleli, uzun ve geniş sütunlu, simetrik kompozisyonlu abidevî mimarî uygulamaları dikkat çekmektedir. Mesela anıtlar ve heykeller…
Bir yazarın ifadesiyle “Cumhuriyetin varlığını temsil ve tecessüm ettirecek abidelerin inşası konusunda kısa zamanda uzun mesafeler alınmıştır”:
Elli yıl içinde heykelcilikte eriştiğimiz durum olağanüstü sayılır?
İlk anıt; 1925 yılında, İstanbul’da Gülhane Parkına dikilmiştir. Heykelcisi, Avusturyalı bir mimardır.
Taksim’deki Cumhuriyet anıtını ise İtalyan bir heykelci yapmıştır. Bu iki heykelci, o yıllarda Anadolu’nun çeşitli yerlerine birçok anıt yapmışlardır.
1940’tan sonra ise, çeşitli şehirlerde inşa edilen anıtların büyük bir kısmı Türk heykelcilerinin eserleridir.
Büyük veya küçük, hemen hemen bütün şehirlerde bu döneme özgü bir çevre düzenlemesi var. Bu çevre düzenlemesi; şehrin geniş ve uzun bir bulvarı üzerindeki Cumhuriyet Meydanı ve bu meydana dikilen heykel veya anıtlardan oluşmaktadır.
Ancak bu dönem şu şekilde eleştirilmiştir:
Denilmiştir ki; “alt-yapısı, kanalizasyonu, sokağı, hastanesi henüz tam ve yeterli olmayan şehirlerde bile muazzam anıtlar inşa edildi. Şehirlerin alt-yapısına öncelik vermek gerekmez mi?”
ENPOLİTİK: Yeni rejimi görünür kılan sadece anıtlar ve heykeller miydi?
SELÇUK ÖZDAĞ: Tabii ki sadece anıtlar ve heykeller değil. Bunu bütün mimarî yapılarda, şehirlerde mekân kullanımında, imar planlarında görmek mümkündür.
Evvela şunu ifade etmek gerekir:
Yapılan bütün tasniflerde CHP’nin Tek-Parti olduğu 1950’ye kadar, rejimin adı “Otoriter Rejim”dir.
Bernard Lewis’in “Modern Türkiye’nin Doğuşu”; Feroz Ahmed’in “Demokrasi Sürecinde Türkiye”; Mete Tunçay’ın “Türkiye’de Tek Parti Yönetiminin Kurulması”; Kemal Karpat’ın “Türk Demokrasi Tarihi” kitapları örnek olarak gösterilebilir.
Rejim, siyasî olarak “otoriter” bir karaktere bürününce, onun yaptığı ve eylediği her şey otoritenin rengini alıyor. Çünkü “otoriter iktidar” ancak yaparak ve eyleyerek konuşuyor.
Başka bir ifadeyle otorite; mimarîde, şehir planlamasında tecessüm ediyor (cisimleşiyor). Müşahhas (somut) hale geliyor.
Binaların yüksek tavanlı girişleri “abidevî” özellikler taşıyor.
Evvela, malzeme olarak taş kullanılıyor. Yapı malzemeleri arasında taşın müessir bir hususiyeti var. Eskilerin ifadesi böyledir. Yani taş, insana daha çok tesir ediyor, etkiliyor.
Sadece sıva yapılmış bir binanın ön cephesi ile kabartma nizamî taşlarla inşa edilmiş bir binanın cephesini düşünün.
Hangisi daha etkileyici olur? Tabii ki taş malzemeyle inşa edilen daha etkileyici olur.
Yapı malzemesi olarak taş ile birlikte mermer de kullanılmıştır.
Kaldı ki, yukarıda bahsettiğim “abidevî” özellik sadece taşın malzeme olarak kullanılmasıyla sınırlı değil.
Malzeme olarak taş kullanılıyor ama daha önemli olan bu devirde inşa edilen binalar, geniş cepheli ve insan boyutunu aşan binalardır.
Genişlik ve bilhassa yükseklik, her vakit dikkat çekici ve etkileyicidir. Tavanlar yüksektir. Sütunların azameti dikkat çeker.
Yalnız şunu ifade etmek gerekir ki; geniş, büyük, yüksek her bina, her zaman güzel görünmüyor.
Yapı elemanları ile derinlik kazandırılmış bir bina veya bölüm her zaman estetik hissini vermiyor.
Mesela TBMM’nin inşası bile tartışma konusu olmuştur. Bilge mimar Turgut Cansever, “Ev ve Şehir” isimli kitabında diyor ki:
“Büyük Millet Meclisi yapısında büyük ölçü tutkusunun, çok iri taşların, çok yüksek kolonlar ve yapı elemanlarının her birinin kendi başına teker teker etkili olması isteği göze çarpıyor.
Bu büyüklük vurgusu, her zaman ciddiyet ve tutarlılık hissi vermiyor. Tersine, bir saygı hissinin oluşması yerine, iri unsurların ve malzemenin içerikten yoksun yığını haline dönüşmektedir.”
Benzer özelikler ve itirazlar, o dönemde il ve ilçelerde inşa edilen hükümet konakları hedef alınarak da yapılmıştır.
Hükümet konakları, sivil mimarî yerine, devletin resmî mimarîsinin mümessilidir, onu temsil eder. Bu yüzden yeni rejimin, mimarîye bakış açısını yansıtması bakımından önemlidir.
Temel amaç, devlet otoritesini hissettirecek; halka, saygı ve bağlılık telkin edecek ciddi ifadeli olmalarıdır.
Bu yapılar aynı zamanda, etraflarındaki yapılara göre daha büyük kütleli yapılardır. Böylece nisbî (orantılı) olarak daha büyük görünür ve daha etkileyici olurlar.
İlber Ortaylı, “Hükümet Konakları” başlıklı bir makalesinde diyor ki:
“1940’ların sonlarına kadar inşa edilmiş olan hükümet konakları tek bir dikdörtgen blok içindedir.”
Dikdörtgen prizma şeklindeki bir yapının, bu şekilde inşa edilmemiş olan diğer yapılara göre daha etkileyici ve büyüklük hissi uyandıracağı tahmin edilebilir.
Bu dönemdeki yapılaşmada, tezyinat (süsleme) ön planda değildir, dikkat çekici değildir.
Ama mesela, uzun (yüksek) sütun veya kolonların hemen göze çarptığı bina girişleri tercih edilmiştir.
Bina kütlelerinin simetrik olması, merdivenli girişlerin inşa edilmesi bu yapıların insanlar üzerindeki otorite etkisini artırmıştır.
Özet olarak şunu söyleyebiliriz: bu dönemde, şehircilik planlaması ve mimarlık uygulamaları, devletin gücünü göstermek için kullandığı bir propaganda aracı durumundadır.
ENPOLİTİK: Şehir planlaması, düzenlemesi ve mimarlık uygulamalarında önemli bir konu da yeni başkent Ankara’nın şehir planı ve yapılaşmasıdır değil mi?
SELÇUK ÖZDAĞ: Evet, doğru. Şehir ve mimarî, her dönemde devletin ve iktidarın, insana yansıyan ve insana müzahir olan yüzü olmuştur.
Devlet ve siyasî iktidar, topluma nasıl bir yön vermek istiyorsa, hangi siyasî amaçları gerçekleştirmek istiyorsa bu siyasî amaçlar şehirlerden ve mimarî yapılardan anlaşılabilir.
Bu sebeple şehir ve mimarî, siyasî iktidarın halka yansıyan ve sürekli ortada olan, açıkta olan yüzüdür.
Şehir planlaması, düzenlemesi ve mimarlık uygulamaları aynı zamanda, siyasî iktidarların kendilerini ifade ettikleri bir dil ve simge olarak önemlidir.
Herhangi bir siyasî rejim, şehir ve mimarî yapılanma ile cisimleşmekte, vücut bulmakta, görünür hale gelmekte ve her yapı, her imar planı rejime ait bir simge olmaktadır.
Ekim 1923’te Ankara’nın “Başkent” olarak ilan edilmesi, bu şehrin imarını, yeni baştan kurulmasını bir “devlet meselesi” haline getirmiştir.
Amaç; yapılan inkılabın azameti (büyüklüğü) ile mütenasip olacak bir şehir kurmak, bir inkılap mimarîsi yaratmaktır.
Ankara, Pay-i Taht’a karşı “Başkent” ilan edilmişti.
Bu yüzden, yeni rejimin ilk olarak yaptığı veya yapmayı düşündüğü düzenlemelerde bir çeşit laboratuvar olmuştur.
Avrupa’dan davet edilen yabancı mimarlar eliyle inşa edilen resmi binalar, otoriter siyasî iktidarın gücünü her an hissettirebilecek şekilde, ağırlıklı olarak taş malzeme ile yapılan görkemli, gösterişli ve insan ölçeğini aşan büyük yapılar olmuştur.
Avrupa’daki sanayii devrimiyle birlikte özellikle ulaşım, haberleşme, üretim, istihdam ve harp sanayiinde çok önemli değişiklikler ve gelişmeler oldu.
Yeni usullerin, yeni teknolojilerin kullanılması fert fert insanlarla birlikte toplumları, devletleri değiştirdi, dönüştürdü.
Bu gelişmeler karşısında Osmanlı devlet adamları da bazı hal çareleri aramaya başladı ve tedbirler almaya gayret ettiler.
Bu değişme ve gelişmeler o kadar ciddi boyutlardaydı ki, bu ancak devrim, sanayi devrimi gibi kelime ve terkipleri ile ifade edilebiliyordu.
1839’da Tanzimat Fermanı, 1856’da Islahat Fermanı ilan edildi. Yeni okullar, yeni kuruluşlar ihdas edildi. Ordu düzeninde ve kurumlarında topyekûn değişikliklere gidildi.
Fakat Ziya Gökalp’in, “Türkçülüğün Esasları” kitabında belirttiği gibi bu Tanzimat ve Islahat hareketleri başarılı olamayacaktı.
Zaten olamadı da. Osmanlı’daki çöküş, milliyetçilik hareketlerinin tazyiki ile daha da hızlandı.
Ziya Gökalp diyor ki:
“Tanzimat ile birlikte saymakla tükenmeyecek ikilikler doğdu. Sistemler birbirine aykırı olduğu için ikisi de birbirini bozmaya sebep oldu. Tanzimatçılar bu noktayı bilmedikleri için yaptıkları yenilik hareketinde başarı sağlayamadılar.”
Gerçekten de böyle oldu.
Sonra ne oldu?
Sonrasında harpler başladı. Osmanlı birçok cephede mücadele etti. Harpler bizim eğitimli insanlarımızı biçti, nesillerimizi aldı götürdü. Sermayemizi, emeklerimizi, hülasa hayallerimizi heba etti.
Nihayet bir kadro cumhuriyeti kurdu.
Cumhuriyetin ilk on senesinde kayda değer ciddi bir yapılaşma görülmemektedir.
Harplerden henüz çıkmış bir ülkenin buna mecali yoktu zaten.
Cumhuriyetin ilanı ile başlayan köklü değişiklikler, mimarlık alanında, ancak siyasî alandaki inkılapların tamamlanması başka bir ifadeyle “Tek Parti” rejiminin yerleşmesi ile başlayabilmiştir.
Zaten “Tek Parti” rejiminin açık biçimde yerleşme çabaları, 1930’lu yıllardan itibaren başlamaktadır.
1930’lu ilk yıllardan itibaren özellikle kamu binalarının inşa edilmesinde bir hareketlilik dikkat çekicidir.
Bu dönemdeki inşa faaliyeti, daha çok tek parti siyasîleri ve bürokratlarının yönlendirilmesiyle gerçekleşmiştir.
Tabii bu arada, yabancı şehir plancılarının da bilhassa İstanbul ve Ankara imar planlarının hazırlanmasında istihdam edildiklerini ifade etmek gerekir.
Ancak, genç cumhuriyetin yeni başkentinin inşası, önceden düşünüldüğü gibi gerçekleştirilememiş, “Tek Parti” olan CHP’li siyasîlerin ve CHP’li bürokratların açık müdahalesine maruz kalmıştır.
Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” isimli kitabında anlatır. Falih Rıfkı diyor ki:
“İmar Komisyonu ihdas edilmişti. Ben başkan olmuştum. Devrin Ankara valisi ve belediye başkanı Nevzat Tandoğan da bu komisyonun azası (üyesi) idi.
Yurt dışından gelen yabancı planlama uzmanlarının hazırladığı planların uygulanması ve tavsiye ettikleri imar çalışmalarının yapılması gerekiyordu. Fakat Tandoğan, kendi düşüncesine uygun görmediği her imar çalışmasını devamlı olarak baltalama yolunu seçmişti.
Falih Rıfkı devam ediyor:
“İnşaat müsaadesi verenler spekülasyoncularla ortaktırlar. Onun için nerede arsacılar lehine bir plan değişikliği duyarsanız, hemen hırsızlığa hükmediniz. Eğer Frenk uzmanları çabuk kovulmasaydı ve son defa İstanbul’da olduğu gibi, spekülasyoncular ve arsa tüccarları plana musallat olmasaydılar, Ankara bugün şimdikinden birkaç misli daha ileri bir şehir olurdu.
Fakat bir İstanbul milletvekili, garaj bahanesi ile ... dükkân kaçırdı. Bir başka milletvekili kat kaçırdı. ... Tıpkı İstanbul’da spekülasyoncu ve arsa vurguncularının şehir plancısı Henry Prost’a oynadığı oyunu, Ankara’da Hermann Jansen’e oynadılar.
Dikkatinizi çekerim, benzer şekilde şehircilik mevzuunda mütehassıs olan Fehmi Yavuz, daha vahim gerçekleri bize aktarıyor.
Fehmi Yavuz, “Ankara’nın İmarı ve Şehirciliğimiz” kitabında şu vahim hadiseyi kaydediyor. Fehmi Yavuz diyor ki:
“İmar çalışmalarında spekülasyon ile mücadele etmesi gereken ‘Tek Parti’ CHP’nin siyasîleri ve onların atamasıyla işbaşına gelen bürokratlar, bilfiil spekülasyoncularla el ele vermiştir.”
Herkese ders olsun.
Ankara ve İstanbul’un imar planları hazırlanırken nasıl bir yağmaya dönüştüğünü anlatan yazarlardan biri de Prof. Dr. Gönül Tankut hocadır.
Tankut Hoca, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanlığı yapmıştır. Mimar ve şehir plancısıdır. “Bir Başkent’in İmarı” isimli kitabında Ankara’nın hal-i pür melalini tafsilatlı olarak anlatır.
ENPOLİTİK: Yabancı bilim adamı, şehir plancısı veya mimar, mühendis Türkiye’ye nasıl gelmişlerdi?
SELÇUK ÖZDAĞ: Yabancı şehir ve imar plancısı veya mimar, mühendisler Türkiye’ye davet edildi. Fakat bunların bir kısmı da zaten Nazi baskısından kaçarak Türkiye’ye gelmişti.
Almanya ve İtalya’da, Nasyonal Sosyalist ve Faşist partilerin iktidara gelmesiyle birlikte, bu insanlar ülkelerini terk etmek zorunda kalmışlardı.
Ankara imar planı çalışmalarını Hermann Jansen, İstanbul’un çalışmalarını ise Henry Prost yürütüyordu.
Ancak şöyle bir gelişmede olmuştur:
Yabancı meslek erbabının Türkiye’ye davet edilmesi, Türk mimarlar arasında “millî mimarî”, “Türk millî mimarîsi”, “inkılap mimarîsi” tartışmalarını alevlendirmiştir. Dergilerde, gazetelerde çok sayıda yazı kaleme alınmıştır.
Şehircilik, imar planlaması ve mimarlık işleri, ihaleleri yabancı uzmanlara verilince Türk mimarlar; “Yetki ve imkân verilmesini bir tarafa bırakın, hayatımızı zorluklarla idame ettiriyoruz” diye itiraz etmişlerdir.
Kudema; “Kıymet, nedrettendir” demiş. Nadir olan, kıymetli oluyor. İlk yıllarda yabancı uzmanlar sayıca daha az olduğu için çok kıymet verilmiş, mühim işlerin kahir ekseriyeti onlara ihale edilmiştir.
ENPOLİTİK: Yabancı uzmanlar beklentileri karşılayabildiler mi?
SELÇUK ÖZDAĞ: Yabancı uzmanların Türkiye’deki çalışmaları hakkında şunu söylemek gerekir:
Siyasîler başta olmak üzere, “Tek Parti” bürokrasisinin daveti ile yurt dışından ülkemize gelen yabancı uzmanlar, “dönemin özgün şartları içinde” yıllar süren çalışmaları yürütmüşler ancak bir “inkılap mimarîsi” yaratmada beklenen sonucu almak mümkün olmamıştır.
Şunu söylemek lazım:
Şehircilikte, sanatta, mimarîde Selçuklu ve Osmanlı, kendi tarzını oluşturmuştu.
Osmanlı’da dinî, askerî ve sivil mimarî, Mimar Sinan ile birlikte zirveye ulaşmıştı. Bu zirveyi aşmak için çok çalışmak gerekir.
Cumhuriyetin ilanından sonra Türk şehirci, planlamacı, mimar ve mühendislerinin gayretli çalışmaları olmuş, ama maalesef bir “Türk millî tarzı” ortaya çıkarılamamıştır.
1950’den sonra çok partili siyasî hayata geçişimizle birlikte ideolojik yönlendirmeler de son bulmuştur.
Ulaşım, iletişim, haberleşme imkânları geliştikçe Barı ile olan münasebetlerimiz de gelişmiştir. Bu gelişmeler, üretim ve tüketim başta olmak üzere bütün sektörleri etkilemiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte harp sanayii harcamaları düşmüş, piyasaya daha çok demir, çimento, taş, mermer vs inşaat malzemesi girmeye başlamıştır.
1950’den sonra, 1960’lar ve 1970’ler boyunca bir “apartmanlaşma” salgını hüküm sürmüştür.
Özal ile birlikte 1983’ten sonra “toplu konut” inşaatları başlamış ve büyük şehirlerimiz başta olmak üzere bütün şehirlerimizde ciddi bir yapılaşma faaliyeti görülmüştür.
Apartmanlaşma olmuş, kooperatifler kurulmuş, toplu konutlar inşa edilmiş ama sağlıklı bir şehirleşme olmuş mudur? Maalesef olmamıştır.
Turgut Cansever, bu durumu bir “yanılgı” olarak değerlendiriyor.
Diyor ki: “Çağın bu yanılgısı şehirciliğe ve mimarîye de yansımış; teknolojiye, ekonomik çıkarlara öncelik veren, insanı küçülten, ezen, dramatik çelişkiler içinde insanın bilincini, seçme ve karar verme hak ve yeteneklerini kısıtlayan biçimler, dev ölçüler ve gayri insani bir dünya doğmuştur.”
“İnsan, inşa edilip biçimlendirilen bir mimarî çevrenin oluşumuna katıldığı nispette onun sorumluluk ve bilincine erişir.”
Büyüyen şehirler içinde yalnızlaşan; büyük projelerle inşa edilen yollar, onlarca kat binalar arasında küçülen insan, etrafına karşı olan sorumluluğunu unuttu.
Şehirci ve mimar Cengiz Bektaş’ın şu tespitlerine bakar mısınız?
“Bu sokaklar kimin? Yayaları hiç sevmeyen; çocuklara yaşlılara düşman bu sokaklar kimin? Ağaçsız, çiçeksiz, böceksiz, kuru, taş-toprak, bizden olmayan çirkin yüzler takınmış bu sokakları soruyorum.”
“Adam dört yıl yarım yamalak okuyunca, sizin yerinize, doğup büyüdüğünüz, yarı ömrünüzü geçirdiğiniz sokağınız üzerinde karar verme yetkisine mi kavuşuyor?”
“İçinde oturduğunuz ev için söylüyorum; ... Siz ona eviniz gözüyle bakmıyorsunuz ki... ‘Mal’ gözüyle bakıyorsunuz.”
Muharrir ve edebiyat tarihçisi İbn-ül Emin Mahmud Kemal İnal, akrabalığı ve dostluğu tarif ederken diyor ki:
“Her kim diğerinin süruru ile mesrur, kederi ile mükedder oluyorsa onun dostudur, arkadaşıdır.”
“Biz mahallemizde, sokağımızda, oturduğumuz binada diğer daire sakinlerinden haberimiz var mı acaba? Onların dertleri ile kederleniyor muyuz? Mutluluklarından mesrur oluyor muyuz?”
İbn-i Haldun, “tarih sosyolojisi” sahasında önemli bir bilim adamıdır.
“Mukaddime” adlı eserinde, toplumları genel olarak üç sınıfa ayırmıştır:
Bedeviler, Hadariler ve bu ikisi arasında geçiş safhasını yaşayan toplumlar.
Bedeviler, çölde ve kırda yaşar; medeniyetten uzaktırlar.
Hadariler, şehirlerde yaşarlar ve temeddün etmişlerdir. Başka bir ifadeyle “medenileşmişlerdir.”
Şehrin (devletin) hukuku, adaleti, asayişi, ekonomisi, töresi vel hâsılı bütün müesseseleri nizam ve intizam üzeredir.
Bedeviler ve Hadariler’den farklı olarak bu her iki toplum tipinin dışında bir de bedevilikten medeniliğe (veya tersi) geçiş toplumları vardır.
Biz herhalde bu ters evrilmeyi yaşıyoruz.
Evet, maalesef hal ve vaziyet bundan ibaret.
Ruhunda ne taşıyorsan, taşa, toprağa, mermere, sanata onu söyletirsin.
Ruhunda hiçbir şey yoksa şehir de konuşmaz, sanat da konuşmaz, mimarî de konuşmaz; hiç kimse bir şey söylemez.
Yesrib’i, Medine’ye çeviren ruh iklimi neydi?
O insanlar nasıl insanlardı ve nasıl yaşadılar ki Yesrib, Medine oldu.
Bedeviler temeddün etti, “medenileşti” sonra “Medineleşti”.
Konstantinopolis’i, Der-Saadet’e çeviren duyuş, düşünüş, hissediş neydi, acaba?
Bunlar üzerinde beyin fırtınaları koparmalıyız!
Bırakın halkını, kendi din adamlarının bile ıstırap çektiği, bî-zar olduğu Konstantinopolis, nasıl saadet şehrine, barış şehrine dönüştü?
Bu nasıl bir şehircilik serencamıdır? Bu nasıl bir insanlık hikâyesidir?
Biz ki Sasaniler’den beri kullanılagelen kubbeyi, devasa yüksekliklerde, azametli derinlikle yeniden yapmış, insanlığa hediye etmişiz.
Ayasofya’nın tam da karşısına, nazire olsun diye Sultanahmet’i refik kılmışız.
Camii mimarîsinde “Kalem Minare”yi;
Tonoz’da “Türk Üçgeni”ni;
Çini’de “Türk Kırmızısı”nı;
Kale inşasında “Koçhisar”ları insanlığa hediye etmişiz.
Ebediyete kadar da miras olarak yaşayacak, İnşallah.
Kündekâri, kalemkâri, sedefkâri, malakâri ile tezyinat (süsleme) yapmışız.
Mermerin “somaki”sini kullanmış, hattın “selis”ini aşk ile meşk etmişiz.
Cama renk verip “vitray”; suya renk verip “ebru” yapmışız.
Daha nice nice sanat dalında hazık ellerle maharet, zeyrek ustalarla hüner göstermişiz.
Kâfi gelmemiş, yapılan her şey “mısra” olmuş, “şiir” olmuş defterleri doldurmuş, divanlara sığmamış; “beste” olmuş, “musiki” olmuş, kulakları doldurmuş, akıllara sığmamış; “marifet” olmuş gönülleri doldurmuş, hayallere sığmamış.
Fıtnat Hanım, “Aferin erbab-ı aşkın kuvve-i bazusuna” demişti.
Onlar, ağızlarında gümüş kaşıkla doğmamıştı.
“Aşk” nesliydi, hakikaten aferin hepsine!
ENPOLİTİK: Bugün?
SELÇUK ÖZDAĞ: Bugün…
Bugünü anlatmaya ne hacet: “Şiraze bozulmuş, cüz dağılmış vaziyette.”
Malum; ilam halinde, şerh etmeye lüzum var mı?
Usul, esasa takaddüm eder. Usul olmadan vusul olmaz. Usul sahibi değilseniz, nafile. Hiçbir emelinize vasıl olamazsınız.
Meşhur kelâm-ı kibardır, eskiler, “Şeref ül mekân bi’l mekin” demişlerdir.
“Mekân’ın şerefi ancak “mekin” ile olur.
Yani, mekânlara şeref verenler, o mekânlarda bulunanlardır.
Aslında bu veciz cümledeki “mekân” kelimesini “makam” olarak da tadil edebiliriz. Bu haliyle de güzel oluyor:
“Makamlara şeref verenler ancak o makamlarda oturanlardır.
Yoksa makamların bizatihi bir kıymeti yoktur. Esas olan mekân veya makam sahibidir.”
Hulâsa-i kelâm;
Şehircilikte, sanatta, mimarîde, edebiyatta maalesef bir fetret içindeyiz.
Ancak ümitvâr olmalıyız. Ümitvârız.
Çünkü bu millete can veren iksir, hâlâ mayamızda.
Kana kana içtiğimiz bengisu, hâlâ damarlarımızda.
Camid toprakları bile her daim ber-hayat kılan rüşeymin reşahati, usaresi bizde.
İrfan’dan İdbar’a geldik.
İdbar’ı ikbale tebdil edelim.
Yorumlar
Kalan Karakter: