Türkiye’de üniversite kapısından içeri adım atan her genç, aslında iki ayrı hayalin peşine düşüyor. Biri mesleğini eline alıp kendi hayatını kurmak, diğeri ise geleceğine güven duyabileceği bir ülkenin vatandaşı olmak. Ne yazık ki son yıllarda bu iki hayalin kesiştiği yer giderek Türkiye sınırlarının dışına taşmaya başladı.
Artık üniversite sıralarında en çok konuşulan konulardan biri, “Hangi ülkede daha kolay iş bulurum?” sorusu. Gençler, diplomalarını aldıktan sonra mesleğini icra edememe ihtimaliyle yüzleşiyor. Mezun işsizliği, genç işsizlik oranları ve niteliklerine uygun istihdamın bulunamaması, onları valiz hazırlamaya adeta mecbur bırakıyor.
Bugün herhangi bir üniversitenin kantinine girin… Hayaller artık bir yazılım şirketinde staj yapmak, iyi bir kurumda kariyer planlamak değil; “Kanada’da nasıl oturum alınır?”, “Almanya Mavi Kart başvurusu nasıl yapılır?”, “Dubai’de mühendisler ne kadar maaş alıyor?” sorularına yönelmiş durumda. Bu sadece ekonomik bir tercih değil; aynı zamanda bir güvence arayışı.
Gençler, emeklerinin karşılığını almak, liyakatle yükselmek, özgürce yaşamak ve hayat standartlarını koruyabilmek istiyorlar. Kendilerini geliştirebilecekleri, üretimlerinin değer göreceği bir iklim arıyorlar. Kimi bu durumu “beyin göçü” olarak nitelendiriyor, kimi “umut göçü” diyor. Gerçekte ise bu, gençlerin ülkesine küsmesi değil; ülkesinde kendine yer bulamamasıdır.
Elbette çözüm, gençleri suçlamak değil; onları burada tutacak bir gelecek tasarlamaktır. Üniversite eğitimini iş dünyasıyla uyumlu hale getirmek, gençlere nitelikli istihdam sağlamak, girişimciliği desteklemek, liyakat sistemini güçlendirmek ve en önemlisi “genç, bu ülkenin geleceğidir” anlayışını sözde değil, uygulamada hissettirmektir.
Çünkü hiçbir genç, doğduğu toprakları terk etmek için yanıp tutuşmaz. Onu bu kararın eşiğine getiren, geleceğe dair duyduğu kaygıdır. Bugün gitmek isteyen gençlere kızmak yerine, “Seni burada tutmak için ne yapabilirim?” diye sormamız gerekiyor. Ve unutmayalım… Bir ülkenin gerçek zenginliği, yetişmiş insan gücüdür.
2000’li yılların başında Fransa’ya ilk adımımı attığım günü dün gibi hatırlıyorum. Fransa’nın o kendine has kokusu, sokaklarına sinen düzen ve insanların yüzüne yerleşmiş dinginlik… Hepsi bir hayat standardının ne olduğunu, aslında nasıl hissedildiğini anlatıyordu. Orada geçirdiğim dört yıl, sadece bir yaşanmışlık değil; aynı zamanda Türkiye’deki gündelik kaygılarla kıyasladığımda içimi acıtan bir karşılaştırma oldu.
Fransa’da insanlar geçim derdini konuşmuyordu. Kira, market alışverişi, faturalar… Bunlar elbette vardı; ama insanların zihnini yiyip bitiren, sosyal hayatlarını daraltan, umutlarını törpüleyen meseleler değildi. Devlet politikaları, sosyal güvenlik sistemi ve güçlü ekonomi, vatandaşların omzundan büyük bir yükü alıyordu. Çocuklar okuldan çıkınca kursa gitmek için anne-babanın üç hesap yapmasına gerek yoktu.
Üniversiteye giden gençler “Burs çıkmazsa ne yaparım?” kaygısıyla geceleri uykusuz kalmıyordu. Bir işçiden, bir memurdan, bir esnaftan geleceğiyle ilgili konuştuğunuzda yüzünde hep bir güven görüyordunuz. Çünkü sistem, vatandaşa “Sen merak etme, ben buradayım” diyordu. O yıllarda Fransa’da gördüğüm en büyük fark şuydu: İnsanların hayatı planlama lüksü vardı.
Bizde ise insanlar yarını tahmin bile edemiyor. Bugün Türkiye’de gençler neden yurtdışına gitmek istiyor? Sadece para için mi? Fransa’da yaşadığım dört yıl bana şunu gösterdi: Yüksek hayat standardı bir “zenginlik” değil; bir devlet tercihidir.
Yorumlar
Kalan Karakter: