YENİ ÖĞRETİM YILI BAŞLARKEN OKULLARDA ŞİDDET ve VİCDAN EĞİTİMİ İLİŞKİSİ “OKUL MÜDÜRÜNÜN GÜNLÜĞÜNDEN – EĞİTİM ÖĞRETİM DEDİKLERİ” (Adlı kitabımdan) Bölüm:1
Her eğitim öğretim yılı başında okullardaki birçok sorun da dile getirilir. Kayıt paraları, katkı payları, servis meselesi, şiddet ve uyuşturucu gibi konular sürekli gündemin ilk sıralarını işgal etmektedir. Özellikle geçen öğretim yılı içinde İstanbul’daki liselerde birçok olumsuz örnek gündeme getirildi. Mesela öğretmen sınıfta ders anlatırken, bazı öğrencilerin sınıfın penceresinden kafalarını dışarı çıkararak sigara içtikleri ve dumanını da bir güzel savurdukları görüntülenmişti. Yine sınıfın birinde derse giren öğretmeni öğrenciler, omuzlarına alarak zafer kazanan komutan edası içinde sınıf içinde tur attırmışlardı. Öğretmen sınıfta ders anlatırken bir öğrenci sınıfta striptiz yapıyordu. Mersin'de bir ilköğretim okulu öğrencisi okula geç kalınca müdür yardımcısı tarafından ikaz edilmiş, bu öğrenci de kendini kabadayı sanarak kurallara ve ikaza tahammülsüzlüğünü müdür yardımcısını bıçaklayarak göstermişti.
Manisa Lisesi müdürlüğü yaptığım yıllarda aynı okulda müdür yardımcılığı yapan ve halen İzmir Balçova Lisesi Müdürü olan değerli eğitimci arkadaşımız i.Y uyuşturucu kullanan bir öğrencisi tarafından bıçaklanmıştı. Yine Samsun'daki bir lisede aramalar sonucu bir öğrencinin üzerinden on beş gram esrar çıkması, İstanbul’daki bir lisede iki erkek öğrencinin sınıfta yalnız buldukları bir kız öğrenciye cinsel tacizde bulunmaları hepimizin malumudur, En çarpıcı olanı ve gündemi fazlaca işgal edeni Ankara'da yaşandı. Ankara'da ünlülerin ve zenginlerin çocuklarını gönderdiği TED Koleji’nin tuvaletindeki uyuşturucu partisi basında da yer almıştı. Bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu olaylar karşısında değil bir eğitimcinin, anne-babanın ve sade vatandaşın bile irkilmemesi, üzülmemesi mümkün değildir. Pekâlâ, çare nedir? Gördüğüm kadarıyla bu olayların önüne geçmek için çare aranması gerekirken ilgililer ve yetkililer, kolaycılığa kaçarak mazeret üretmeye başladılar. Suçu birbirlerinin üzerine yıkarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlar, Günümüz Türkiye'sinde en kolay iş!
Bu tür olayların bir başka benzeri 12 Eylül dönemi öncesinde yaşandı. O zamanlar sağ-sol kavgası ile fakir fukara çocukları birbirine düşürüldü. Beş bin gencecik vatan evladı heder edildi. O dönemde Kırkağaç Lisesi Müdürü iken bana da silah çekildi, bereket versin silah ateş almadı. Şayet silah ateş almış olsaydı, ben de arkamda iki yetim bırakarak beş bin gençten biri olacaktım. Bu gençleri heder eden yetkilerden ve ilgililerin tamamı heder ettikleri gençlerin yanına gittiler. Şimdi onlara heder edilen gençler soracak: “Bizi niye dövüştürdünüz?” Annelerimizin –babalarımızın yüreklerini niçin yakıp sızlattınız?” Sonuçta ne elde ettiler? O yılları hatırlıyorum da mecburen bir araya geldikleri cenaze törenlerinde bile birbirlerine sırtını dönüyorlardı. Bir akşam televizyon ekranlarına biri çıkıyor, ertesi günü beş-on genç öldürülüyor, bir sonraki gün diğeri konuşuyor, bir o kadar genç yine öldürülüyordu,
Hele bir akşam haber bültenlerinde bu iki liderin birbirine sataşması sonucu ülkemizde yirmi yedi genç öldürülmüştü. Maksadım, bu olayları hatırlatarak acıları tazelemek değil; ama tarihten ve yaşananlardan ders alınması gerekirken okullarda tarih öğretmenlerinin ilk cümlesi bu olurken neden ders almıyoruz? Neden eğitimde başarıyı yakalayacak yeni sistemler aramıyoruz? Geçmişte çok iyi ve başarılı sonuçlar aldığımız eğitim metotlarından niçin faydalanmıyoruz? Geçmişte kullanılan eğitim metotlarının hiç mi güzel tarafları yoktu? Geçmişte denenmiş bütün metotlar masaya yatırılır, olumlu ve iyi olanları aradan seçilir, gerçek anlamda tavizsiz ve kararlı bir şekilde uygulanır
Tarih sayfalarında gururla okuduğumuz nice ibretlik olaylar vardır, Osmanlı ordusu Viyana Seferi'ne doğru yol alırken balkanlardan geçer. Askerler, yol kenarlarındaki bağlarda gördükleri üzümleri göz hakkı olarak koparıp yerler, ama kul hakkı geçmesin, diye de bedelini fazlasıyla omçalara bağlarlar,
Satın aldığı tarlada çift sürerken bulduğu altın dolu çömleği, tarlayı satan kişiye götürüp “Ben sizden tarlayı satın aldım, altınları değil!” diyerek tarladan çıkan altınları tarlanın eski sahibine vermeye çalışan köylüye tarlayı satan kişi, “Ben tarlanın tamamını olduğu gibi sattım, tarladan çıkan altınlar senindir, senin hakkındır.” diyerek altınları geri almaması ve bu olayın o günün mahkemesine kadar intikal etmesi gibi, ibret alınacak olayları bir kez daha gözden geçirip bizi biz yapan değerleri tekrar kazandıracak bir eğitim sistemi için neden uğraşılmaz?
1650 yılında yazdığı “Türkiye Seyahatnamesi” ile tanınan Du Loır “Türk siyasetiyle medenî hayatı, ahlak bakımından bütün cihana misal olabilecek vaziyettedir. ”der.
1740'larda İstanbul’da bulunan İngiliz Sefiri Sir James Portner da “Gerek İstanbul’da, gerekse Osmanlı Devleti'nin diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, şunu ispat etmektedir ki Türkler çok medenî insanlardan müteşekkil bir millettir.” diye şaşkınlığını ve hayranlığını dile getirmektedir
İngiltere’de 1700'lü yılların sonlarında Londra Ticaret Odası’nın en görünür yerinde, “Osmanlı ile ticaret et, yanılmazsın.” diye levha asılıymış. Fransız yazar Motray, Osmanlı topraklarını gezip dolaştıktan sonra anılarında, “Türk dükkânlarında bir meteliğin bile kaybolmaz. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkân sahipleri arkamdan adam koşturmuşlardı; hatta bir ara Beyoğlu'ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdi.” diye söz eder.
Başka bir Fransız yazarı Dr. Brayer da 1830 yılının İstanbul’unu anlatırken, “Evlerin kapısının kilitlenmediği ve dükkânların çoğunlukla umumi ahlaka itimadın açık bırakıldığı İstanbul’da hırsızlık vakasına rastlanmayışına benim aklım bir türlü ermedi.” der. Yine 1880'de, İstanbul’u ziyaret eden İtalyan gezgin Edmondo Amıcıs, “Anadolu'da ve İstanbul’da yaşayan halk, Avrupa'nın en nazik, en kibar insanlarıdır. Sokakta kavga görmek çok enderdir, Kahkaha sesi nadiren işitilir. O kadar müsamahakârlardır ki ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilirsiniz.” diyerek hoşgörümüzü, edebimizi ve insanlara karşı ne kadar saygılı ve sevecen olduğumuzu gayet güzel ifade ediyor
Elisee Recus, 1880'lerde, “Türklerdeki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır. Türklerle Rumların karışık olduğu kasabalarda ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa bilin ki o evin sahibi Türk'tür; çünkü Türklerde kuş yuvasını bozmak, bir ailenin evini yıkmak gibidir.” der.
Not: Köşe yazarımız Kadir Keskin “ Manevi Değerlerimize Rağmen Neden Buradayız?” konferansı ile İzmir – Aliağa Kapalı cezaevindeydi