YENİ ÖĞRETİM YILI BAŞLARKEN OKULLARDA ŞİDDET ve VİCDAN EĞİTİMİ “OKUL MÜDÜRÜNÜN GÜNLÜĞÜNDEN – EĞİTİM ÖĞRETİM DEDİKLERİ” (Adlı kitabımdan) Bölüm:3
Burada şöyle bir soru aklımıza gelebilir. Madem ki bizim Dinimiz on son Din ve en doğru Din, dürüstlüğü ve çalışkanlığı ön gören, kul hakları konusunda hassasiyeti olan bir dindir; pekala verdiğimiz din eğitimi ile aynı sonucu neden alamıyoruz? Üstelik okullarımızda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi olmasına rağmen.
Yıllardır bu işin içinde olan bir eğitimci olarak hemen şunu arz edeyim. Yukarıda zikrettiğim ve hepimizin bildiği bir atasözünü burada tekrarlamak istiyorum. “insan, yedisinde ne ise, yetmişinde de odur.” Atalarımızın bu sözüne binaen tekrarlamak istiyorum. Bu atasözü, eğitim açısından yabana atılamayacak bir sözdür. Nitekim pedagogların tespitine göre, “Dindarlığın da dinsizliğin de temeli, yedi yaşına kadar atılırmış.” Bizim ülkemizde ise din eğitimine sınırlama getirilmesini, Kur'an-ı Kerim öğretiminin ve dini eğitimin ilköğretimden sonra başlatılmasını, din ve vicdan eğitimi konusunda yapılan en büyük yanlışlardan biri olarak düşünüyorum, inanıyorum ki bu yanlıştan yakın zamanda dönülür. ( Çok şükür dönüldü). Küçük yaştaki çocuklarımıza yaş sınırlaması olmaksızın dans, bale, yüzme, müzik, resim, dil v.b. her şeyi öğrenme imkânı verilirken, din eğitiminde yaş sınırlamasının getirilmesi, hem eğitim açısından hem de pedagojik açıdan izahı mümkün değildir. Üstelik okullarda okutulan din kültürü ve ahlâk bilgisi dersi de din eğitimine yönelik olmayıp tamamen dinler hakkında genel bilgi vermeye yönelik bir kültür dersidir. Din, sadece öğretimle değil, eğitimle kazanılacak bir yaşayış biçimidir. “Din kültürü” adıyla da bu dersten neyin amaçlandığı açıkça görülmektedir. Ayrıca evlerde de anne – babalar çocuklarına din eğitimini çocuğun diliyle, kendi diliyle vermeleri de ayrı bir eksiklikdir.
Aydınlarımızın her konuda örnek gösterdikleri Batı’yı maalesef din eğitimi konusunu hiç gündeme getirmemeleri de ayrı bir trajedidir. 1986 yılından beri aralıklarla gittiğim ve eğitim sistemlerini yakından incelediğim Batı’da din eğitimi, eğitimde önceliği olan bir konudur. Batıdaki din eğitimi özellikle küçük yaşlardan başlatılmak suretiyle çoğu Avrupa ülkesinde tamamen kilisenin kontrolü altındadır,
12 Eylül'ün hemen sonrasında Başbakanlığın yayınlamış olduğu bir kitap. İsmi, “Türkiye’de Terör Hareketleri ve Kaynakları.” Diğer Devlet dairelerine ve üniversitelere gönderilip gönderilmediğini bilmiyorum; ama bütün orta dereceli okullara gönderildiğini iyi biliyorum. Milli Eğitim Bakanlığı ve il milli eğitim müdürlüklerince okul kütüphanelerinde demirbaşa kaydedilmek üzere gönderildi. Kitabı, o kadar yoğun işimin arasında üç günde bitirdim. Sonraları da tekrar tekrar okudum. Kitapta dikkatimi çeken bir hayli olay var. Devlet arşivlerine geçmiş iki olayı ben burada siz okurlarımla paylaşmak istiyorum.
Birincisi, 12 Eylül öncesi anarşiye karışan kesimlerin istatistikî rakamları verilmiş. Bunlar, başta üniversite öğrencileri, lise öğrencileri, işçiler, öğretmenler, üniversite öğretim üyeleri, memurlar v.s. diye sıralanıyor; ama bunların içinde anarşiye katılan bir tek çoban yok, bir tek çiftçi yok, esnaf yok, köylü yok, ev hanımı yok. Kim var? Devlet’in okulunda okuyup devletin malına zarar veren, yine Devlet’ten maaş alıp kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını Devlet parasıyla kazananlar,
İkinci olayı biraz sonra anlatacağım; ama anlatmadan önce şimdiki gençler 12 Eylül öncesini bilmezler. Hem onlara o dönem hakkında bir fikir vermek hem de bizim “68 Kuşağı”nı hatırlatmak açısından o olayları kısacık da olsa anlatmak istiyorum. 12 Eylül 1980 öncesi üniversiteler işgal edildi, hocaların çalışma odaları basıldı, kitapları ve daktiloları pencerelerden dışarı atıldı. Üniversite kütüphaneleri darmadağın edildi. Boykot ve işgallerle okullara olabildiğince zarar verildi. Bankalar kundaklandı, bankalar soyuldu, işçiler çalıştıkları fabrikanın makinelerini kırdı. (O zamanlar grev nedeniyle izmir Çiğli'deki Tariş iplik Fabrikası’nın durumunu hatırlayalım.) Bütün bunlardan öte beş bin genç öldürüldü, bunun yanında nice öğrenci, öğretmen, profesör, bilim adamı ve siyasetçi katledildi. Bütün bunları herhangi bir düşman ülkenin gençleri ve insanları yapmadı. Bu ülkede doğup büyüyen, bu ülkenin okullarında okuyup meslek ve kariyer sahibi olan, yine bu Devlet’in hazinesinden aldığı maaşla karnını doyurup ailesini geçindiren gençler ve insanlar yaptı.
Şimdi ikinci olayı anlatmamın yeri ve zamanı geldi. 12 Eylül'ün en hararetli ve hareketli günleri. Sıkıyönetim, ülkenin her tarafında eksiksiz kendini hissettirmekte. 12 Eylül öncesi anarşiye karışan gençler veya kişiler, her kim ise aranmaya başlanmış. Bulunanlar, askeri mahkemeye çıkarılmakta, bulunamayanlar ise sıkıyönetim birimlerince aranmaya devam edilmektedir, Bu anlattıklarımı kesinlikle bir siyaset yazısı olarak algılamayın. Ben, yıllardan beri eğitimdeki bir çarpıklığı, Devlet ağzıyla anlatılanları, size aktarmaya çalışıyorum,
Üniversite öğrencisi bir genç, üstelik de gençlik liderlerinden biri, üniversiteyi işgal etmiş, Devlet malına zarar vermiş, banka soymuş, cinayet olaylarına adı karışmış, kimliği tespit edilmiş, sıkıyönetim tarafından her yerde aranmakta. Bu delikanlı, bir Anadolu çocuğudur; Anadolu kasabalarından birinde, o yörenin sıkıyönetim komutanı, delikanlının köye, babasının evine geldiği ihbarını alır ve bir gece bu gencin babasının evini basar. Genci arar; ama genç evde yoktur. Bu ihbar da asılsız çıkmıştır. Komutan, bu gencin babasını karakola çağırır ve babaya:
Nedir bu senin oğlundan çektiğimiz? Derhal oğlunu bul! Nerede ise yerini söyle! der,Gencin babası: Komutanım, ben size bağıracağım yerde siz bana bağırıyorsunuz?
Çocuğumu ben sizden istiyorum. diye cevap verir.
Komutan: Sen ne demek istiyorsun? Oğlan, benim oğlum mu? diye çıkışınca gencin babası: Komutanım, benim beş tane çocuğum var. Biri tarlada çift sürüyor, biri bakkal dükkânında, biri dağda çobandır. Diğeri kız, kocadadır. Bunlardan şikâyetin varsa hemen kendi elimle tutup getirip size teslim edeyim; ama siz, benim Devlet'e teslim ettiğim oğlumdan şikâyetçisiniz. O konuda asıl ben sizden şikâyetçiyim, Devlet'imden şikâyetçiyim. Ben oğlumu, okusun; bu memlekete ve Devlet'ine faydalı olsun, diye devletime ve Devlet'imin okullarına teslim ettim. Anarşist olsun, diye teslim etmedim. Benim oğlumu Devlet anarşist yaptı. Ben sizden şikâyetçiyim. Çocuğum, diğerleri gibi benim dizimin dibinde olsa idi, bu suçları işleyemeyecek ve Devlet'ime zarar vermeyecekti. Ben de baba olarak bu durumlara düşmeyecektim. Oğlumu ben sizden istiyorum.” dediğinde komutan, babaya söyleyecek bir söz bulamaz.
Sanırım, bir sıkıyönetim komutanı ile acılı bir baba arasında bir Anadolu köyünde birebir yaşanmış bu olay, eğitimimizin zaafiyeti hakkında ilgililere ve yetkililere çok şeyler anlatıyordur. Şimdi, durup düşünelim. O günden bugüne eğitimde ne değişti? İnsana sevgiyi ve saygıyı, diğer canlılara merhameti, yeşili ve çevreyi koruma bilincini verebiliyor muyuz? iyi ve güzel davranışların yanında, kötü ve istenmeyen davranışların da temeli eğitimdir, Eğitim, bir milletin en büyük hayati meselesidir. Muasır medeniyet seviyesine ulaşmanın tek yolu eğitimdir. Dün olduğu gibi bugün de eğitimimizde görülen zaafların mutlaka giderilmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum,
Hiç unutamadığım hadiselerden birini de Almanya'daki kardeş okul Apian Lisesinin, Manisa Lisesi’nin davetlisi olarak geldiği 1991 yılında yaşadım. Kardeş okul Apian Lisesi için Çanakkale, İstanbul ve Bursa'yı kapsayan bir gezi programı düzenlemiştik. Buraları gezip Manisa'ya geldikten sonra ülkelerine gitmelerinden bir gün önce ilde de bir protokol gezisi yaptık. Apian Lisesi öğrencilerini, müdürleri Dr.Riederer ile birlikte, kulakları çınlasın, o zamanki Vali’miz Rafet Üçelli Bey’in makamına çıkardım. Vali’mize, gezdiğimiz yerleri ve gezi programını anlattım. Vali’miz Rafet Üçelli, öğrencilerle hoş -beşten sonra samimi bir hava içerisinde Alman öğrencilere:
“Size iki sorum olacak. Bunları hiç çekinmeden cevaplamanızı istiyorum.” dedi ve birinci sorusunu sordu:
“Gezdiğiniz yerlerde, ülkemiz açısından beğendiniz taraflar nelerdir? İkinci sorum da ülkemizdeki beğenmediğiniz, sizin hoşunuza gitmeyen taraflar nelerdir? Bunları açık yüreklilikle anlatmanızı istiyorum.” dedi. Alman öğrenciler kendi aralarında fısıldattıktan sonra aralarında bir arkadaşlarını sözcü olarak görevlendirdiler. Sözcü öğrenci:
“Efendim, arkadaşlarım adına önce beğendiğimiz tarafları söyleyeyim. İnsanlarınız çok sıcakkanlı, samimi ve birbirleriyle çok kısa sürede, çok içten diyalog kurabiliyorlar. Mesela, Okul Müdürü Sayın Kadir Keskin'in, gezdiğimiz yerlerde gerek polis, gerekse diğer insanlarla hep kucaklaştığını ve elinin öpüldüğünü gördük. Özellikle gece saat ikide İstanbul’da otobüsle kalacağımız misafirhaneyi ararken şoför, polise yol sordu. Polis, otobüsün içine girdi, Sayın K. Keskin'in elini öptü ve onunla kucaklaştı. Şahsen bu davranışlar bizim çok dikkatimizi çekti. Bunlar, Almanya'da bizim göremediğimiz sıcak ve samimi ilişkiler. Bunlar çok hoşumuza gitti. (Tabii yolda rastlayıp kucaklaştığımız kişiler ve elimi öpen polis, eski öğrencilerimizdendi.) ikinci sorunuzu da şöyle cevaplamak istiyoruz. Gezdiğimiz yerlerde tuvaletlerde yeterli temizlik göremedik. Bir de yol kenarları çok pisti. Hep kâğıt ve naylon türü artıklar vardı.” Vali’miz Rafet Üçelli, bu cevap karşısında Alman öğrenciyi tasdik etmekle yetindi ve Alman öğrencilerin tespiti gerçekten çok doğruydu. Alman öğrencilerin bu tespitlerini görmek için parasız umum tuvaletlerle yol kenarlarını göz önüne getirmeniz kâfidir.
Pekala, trilyonların harcandığı eğitim sistemimizde biz çocuklarımızı neden eğitemiyoruz? Bu nahoş olaylar karşısında hâlâ birbirimizden şikâyet edip yine birbirimizi suçlamaya devam edecek miyiz? Her insanın arkasına bir polis takmamız, elbette mümkün değildir. Kaldı ki takacağımız polis de bir insandır. Bütün mesele, Cenab-ı Hakk bizi yaratırken içimize doğuştan hibe olarak verdiği vicdanı eğitmektir. Onu da herkes biliyor; ama sanırım, işimize gelmiyor
Not: Köşe yazarımız Kadir Keskin “ Manevi Değerlerimize Rağmen Neden Buradayız?” konulu konferansı ile İzmir – Aliağa 4 Nolu T Tipi Kapalı Cezaevindeydi.