Yeni Çıkacak ”Manisa’nın Değerleri “ adlı kitabım dolayısıyla
Eğitimci Mustafa Pala’nın kaleminden
Manisa’da yaptıkları toplumsal hizmetlerle öne çıkan iki Mustafa Pala var. Ayırt
etmek için birini‘eğitimci’ diğerini‘kooperatifçi’ olarak tanımlıyorum. Her ikisi de
velut, fikri doğurganlığı yüksek, topluma hizmette adeta yarışan, es geçileni iş
edinen ve emek verdikleri alanlarda öncü olup, yaşadıkları hayata ve topluma
değer katan, eser bırakan ve okuyup yazan, düşünen insanlar. Farklı düşünürler,
farklı değer yargılarına sahipler ama her hâlükârda ortak bir paydada buluşurlar
veuzun yıllara dayanan çok sağlam dostlukları var. Bu iki hizmetkar adamın aynı
zaman diliminde Manisa’nın ve halkının hizmetinde olmalarını Manisa için bir
şans olarak değerlendiriyorum. Gönül isterdi ki, onlar çok daha farklı
konumlarda Manisa’ya ve Manisalılara hizmet etselerdi. Ama onların makam,
mevki gibi kişisel dertlerinin hiç olmadığını görüyorum. Sanırım başarıları da bu
tutumlarında gizli.
Bu yazımda ‘Yeni Manisa’ deyince akla ilk gelen isim olan Kooperatifçi Mustafa
Pala’yı anlatmaya çalışacaktım. Bu değerli insanın hayatını öğrenip
değerlendirirken bir roman konusu olacak hayat hikayesinden çok etkilendim,
iftihar ettim, yaşadığımız topraklar ayrı olsa da aynı zaman diliminde geçen
çocukluğumuzun ne kadar çok birbirine benzediğini gördüm ve ülkemin yoksul
çocukları geçti gözümün önünden, çocukluğumu adeta yeni baştan yaşadım.Bu
yoksul köy çocuğunun başarılarını, insanımıza ve kentimize yaptığı hizmetler
sebebiyle Manisa Valiliğince ‘Şehrin Hazinesi’ olarak takdir edilişini öğrenip
gururlandım. İstedim ki, bu örnek hayat onunla yok olmasın, hikayesi nesilden
nesile aktarılsın ve genç gönülleri aydınlatmaya, onlara umut olmaya devam
etsin. Ancak Kooperatifçi Mustafa Pala’yı benden daha iyi tanıyan ve aralarında
uzun yıllar öncesinden güçlü bir bağ ve dostluk olduğunu gördüğüm eğitimci
Mustafa Pala’nın kalemiyle size tanıtmanın daha hoş bir anlamı olacağını
düşünerek; Kooperatifçi Mustafa Pala’nın hayat hikâyesini kaleme almasını rica
ettim ve beni kırmadı, kendisine minnettarım. Şu andan itibaren okuyacağınız
satırların tamamı Eğitimci yazar ve düşünür arkadaşım, kardeşim Mustafa
Pala’nın kaleminin eseridir. Kadir Keskin.
İNSAN DÜNYAYA BOŞ DEĞİL HOŞ GELİR
Kâinattaki bütün yaratılmışlar gibi her insan, yüzü ve parmak izi gibi kendine has
bir yetenek programını icra edip vazifesini tamamlamak üzere dünyaya gelir. Bu
nedenle doğan her bebek topluma düşen rahmet damlası ve bir muştudur.
İnsanlar ve toplumlar parayı zenginlik aracı olarak önemserler, parayla cümle
ihtiyaçlarını göreceklerini sanırlar. Oysa para bir değişim aracıdır. Esas olan
‘insanın hizmet edebilirliğidir’. Dünya denilen pazardan parayı kaldırırsanız
ortada sadece insanların hizmetleri kalır. Hiç kimse cümle ihtiyaçlarını tek
başına karşılayamaz, başkalarının hizmetine muhtaçtır. Adına para dediğimiz
değişim aracıyla başkalarının hizmetini kendi hizmetimizle değişerek
ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz. Kısacası insan insana muhtaç. Bu muhtaçlık bizi toplu
yaşamaya, paylaşmaya, dayanışmaya, birlik olmaya, mutluluğu toplumun
mutluluğunda aramaya, hayattan huzur almak için huzur vermeye çağırıyor. Bir
düşünsenize; Manisa’nın, Türkiye’nin, hatta dünyanın tamamı sizin ama sizi
gören bir çift göz yok, kayıp ada olmuş yüzünüz. Saraylar köşkler onu yapacak
ustalar, şenlendirecek, hayat verecek canlar ister. Bu gerçek, bir halk
Türkümüzün şu dizelerinde; ‘ neyleyim sarayı neyleyim köşkü/içinde salınıp
gezenim yoktur’ diye ne güzel dile getirilir.
İnsan, insanın kurdu derler ne büyük yalan. İnsan, insanın en büyük hazinesi.
Göz kendini görmez, başkasında görürüz kendimizi ve başkaları değer katar
bizim hayatımıza. Ama yer damar damar, insanlar kısım kısım, kimi bencillikten
kimi topluma hizmetten zevk alır.
Takdire şayan toplumsal hizmetleriyle ayırt edilen adaşım Mustafa Pala’nın
hayatını bu görüş çerçevesinde inceleyip önemli sonuçlar ve dersler çıkarmak
üzere size sunmaya gayret edeceğim. O’nun hayatını, topluma, çevreye kısacası
halkımızın yaşamına ve kentimize kattığı değer ve hizmetleri öğrendiğinizde
yazımın başına dönüp bir kere daha okumak, tefekkür etmek, kendinizi ve
hayatınızı yeni baştan değerlendirmek isteyeceğinizden eminim.
HOŞ GELDİN ADAŞIM
27 Nisan 1945 yılında Akhisar’ın Büknüş köyünde dünyaya gözlerini açan küçük
Mustafa’nın, o dönemlerde Anadolu kırsalında yaşam mücadelesi veren her
fakir ailenin çocuklarınınkine benzer çetin bir çocukluk dönemi vardır.
O,kelimenin tam anlamıyla zor şartların adamıdır ve yaşadığı bu çetin şartları
fevkalade hicvederek anlatıyor ama yaşadıklarından müthiş dersler çıkarmasını
da bilmiş. Hayatın ona öğrettiklerini şahsi gayretine yüklemiş, hayatına değer
katan ailesi, köylüleri, öğretmenleri ve Allah’ın yardımıyla başarıyı yakalayan
hayat yolcusudur ve bir mücadele adamdır.Konut üreticisi, çevreci olmanın çok
ötesinde tam anlamıyla bir ‘yaşam planlayıcısıdır’. O, insanların başını
sokacakları konutlar ve çevre düzenlemesinden müteşekkil fiziki
planlamalardan önce; insanların sosyal yaşamını, birbiriyle kaynaşma,
dayanışma, paylaşma içinde; çayır, çimen, ağaç, kuş, kelebek, akan su, mavi
gökyüzü, yıldızlar ve güneşle birlikte bülbülün şarkısı, rüzgârın türküsü eşliğinde,
doğayla iç içe sevgiyle sürdüreceği; güvenli, huzurlu ve sağlıklı yaşamının
planlayıcısıdır. Gücünü ve azmini erken sınamış ve erkenden kendini tanımanın
özgüvenini ömür boyu değerlendirmiş örnek bir adamdır.
Çocukluğunu şöyle anlatır: - Akhisar‘ın Büknüş Köyünde doğdum. Babam
Ballıoba Köyünden Büknüş Köyüne göç ediyor. Babam askere gittiğinde amcam
bütün mallara el koyar, askerden döndüğünde hiç malı olmadığı için köyünü
terk eder ve Büknüş’ün varlıklı ailelerinden birinin yanında yanaşma olarak işe
girer. Benden önce üç kardeşim dünyaya gelmiş ama yaşamamışlar. Dünyaya
gelişimden bir süre sonra babamın yanlarında çalıştığı kişiyle arası açılır ve bize
ait olmayan oturduğumuz tek odalı evden ayrılmamız istenir, babam beni,
annem salıncağımı alır ve annemle birlikte çalışmak üzere anlaştığı başka bir
ailenin yanına gitmek için yola koyulurlar.Mahalleye geldiklerinde,
mahalleli;‘yeni komşularımız geldi’ diye birbirlerine seslenirler. Babam:
‘Malımla, mülkümle geliyorum, -beni yukarıya kaldırarak- malım da mülküm de
Mustafa’ der. O andan itibaren köydeki adım ‘malım, mülküm Mustafa’ olur. Biz
yeni ailenin yanında tek odada yaşıyoruz. O vakitler köyde çocuk ölümleri çoktu
ve ölen çocuklarının elbiselerini aileleri bana getirirdi. Büyük küçük demez bir
şekilde onları giyerdim. Elbiseyi giyince ailem: ‘Git, onların ellerini öp, onlar da
senin annen baban sayılır’ derlerdi ve ben gidip ellerini öperdim, bende
çocuklarını görürlerdi. Bu sebeple köyde ailem ve sevenim çoktu. Paylaşmanın,
iyiliğin ve insanları sevmenin güzelliği ve gücü çocuk yaşımda yüreğimde yer etti
ve ömür boyu beni hiç terk etmedi, o büyüdü ben büyüdüm, gücümün gerçek
kaynağı, tükenmeyen hazinem oldu.
İnsan sevgisiyle dolu bu sakin adamın sakinliğinin kaynağını da şu cümlelerinden
anlıyoruz: ‘Babam çok sakin ve yardımsever bir insandı. 56 yaşında kalp
krizinden öldüğünde benim bu 76 yaşındaki halimden çok daha yaşlı
görünüyordu’.
Dikkat çeken hizmetlerini gelecek kuşaklara bir hayat dersi olarak bırakalım
düşüncesiyle hareket edip hayat hikâyesinden kesitler alalım diye kendisini
Kadir Keskin hocam ile ziyaret ettiğimizde, anılarını adeta yeniden yaşarcasına
paylaştı. Sık sık ara vermek zorunda kaldık ve boğazındaki yara izinin çocukluğu
ile bir ilgisi olup olmadığını sorduk:
-‘O zamanlar neredeyse çocukların hepsinin eli yüzü yara içindeydi. Bu yaralarla
ilgili çok sıkıntılarım oldu. Boğazım şişti, o şişlikten dolayı kafamı dik
tutamıyordum, başım kırk beş derece yan duruyordu, köye gelen bir yabancı
anneme, ben falan kişilerde misafirim, kırk çıra ve pekmez getir tedavi edelim
diyor ve pekmez sürüp çıra ile yakıyorlar, müthiş acı çektim, yorgun düşüp
uyumuşum, uyandığımda şişlik gitmiş iltihap akmıştı.İşte bu iz, o zamanın anısı.
-Köyde çocuklarla köyün dışına badem taşlamaya giderdik, biraz büyük çocuklar
badem ağacına taş atar, düşen bademleri toplardık. Ağaca atılan taşlardan biri
dala çarpıp başıma düştü bayılmışım, çocuklar korkup kaçmışlar, kendime
geldiğimde başımdan aşağıya kanların aktığını her yanımın kan olduğun
gördüm.Hem ağlıyor hem de köye doğru yürüyorum, köylülerden biri gördü,
başım kan içindeydi.Önce tütün bastılar ardından başka merhemler katran gibi
bir şeyler sürdüler. Yara iltihaplandı tüm kafamı kapladı. O yıl okula kaydım
yapılacaktı, okula gittim. Öğretmen:-‘senin yaşın küçük bu sene olmaz’ dedi.
Sebep, kafamın kel olması, bulaşıcı sanıyorlar ve tabi çocuklar da benden
kaçıyor. Adım ‘kel Mustafa’ oluyor ve okula gitmeyip su kıyılarında derelerde
oynuyorum,diyor ve bu olayın hayatına yansımasını; ‘belki bugün her yere dere
yapmamın, su götürmemin sebebi budur’ diyerek, çocuklukta yaşadıklarımızın
bizim hayatımızı nasıl etkilediğini veciz bir şekilde anlatıyor.
Mustafa beyin anlattıklarını dikkatle dinlerken şu kanaate varıyorum: İyi ve kötü
olarak her ne yaşadıysa tüm yaşadıkları geleceğini inşa eden olumlu bir katkıya
dönüşmüş. Aşağıda paylaştığımız anıları, bu görüşümüzün kanıtını oluşturuyor:
- Okulda 1,2,3 aynı sınıfta ders görüyoruz ve ben üst sınıfların derslerini de
dinliyorum. Bu benim birçok şeyi erkenden öğrenmemi sağladı, kavrama
gücümü geliştirdi ve bu sayede hayatım boyunca öğrenmekten müthiş zevk
alıyorum ve çok çabuk öğreniyorum. Benim bu özelliğimden dolayı öğretmen
şehire gidince, beni, yerine öğretmen bırakırdı. Babam, her öğretmen
değiştiğinde elimden tutar, öğretmenle tanıştırır ve ‘öğretmen bey, ben
okuyamadım, Mustafa’mı okut, adam olsun’ derdi. Öğretmenler de benimle çok
ilgilenirlerdi.
Çocukken yaşadığı her olaydan hayatına değer katan Sayın Pala, 76 yaşındaki
dinginliğinin sebebini de şu anısına bağlıyor:
-‘Teyzem Süleymanlı’ya gelin oldu, fakat düğüne beni götürmediler.Teyzem
beni çok severdi, ben de teyzemi çok severdim. Köyden kaçtım şoseye
ineceğim, 6-7 KM uzaklaştım, bizim köylülerden biri gördü, nereye gittiğimi
sordu:
- Süleymanlı’ya, teyzemin düğününe gidiyorum.
-Yanlış gidiyorsun, Süleymanlı şu tarafta! Gösterdiği yön, gittiğim tarafın tam
tersiydi, gerisin geriye döndüm, o yöne yürüdüm yürüdüm saatlerce yürüdüm,
nihayet minareyi gördüm, sora davul sesini duydum, düğün evini buldum, beni
sofraya oturttular, düğün yemeği yemeye başlamıştım ki, odaya babam girdi,
anladım ki köylüler haber vermişler.
- ‘Haydi kalk düş önüme’ dedi, istemeye istemeye sofradan kalktım, babam
tarlanın sınırından gidiyor, beni ceza olarak sürülmüş tarlalardan yürütüyor,
kondisyonumun hala çok iyi olmasını o yürüyüşlere borçluyum!c
www.kadirkeskin.net