Bir dervişe sormuşlar: ‘‘Nasıl bir hayat yaşayalım?’’ Gönlünde Allah sevdası
bulunan derviş de şöyle cevaplamış : “ Son nefesinizde, nasıl bir hayat
yaşamış olmayı isterseniz ? Öyle yaşayın.” diye sözlerini noktalamış.
Allah’ın bu dostunun cevabı bir ömrün özetidir.
Ölümü, sürekli düşünerek yaşamak elbette mümkün değildir. Şayet; sadece
ölümü düşünerek yaşasaydık , adımlarımızda ilerleme olmaz, hayat dururdu.
Allah, insana öyle bir duygu vermiş ki cenazemizi kabristana götürürken
ağızlar sus pus... Ne zaman mevtayı mezara koyup üzerine dolu dolu
toprak atıp kabristandan çıktığımızda, birdenbire ölümü unutuyoruz. Sanki
ölüm ;bir başkasına , arkadaşımıza , komşumuza gelecek de bize gelmeyecek
ve hiç ölmeyecekmiş gibi bir hayat yaşamaya devam ediyoruz.
Oysaki peygamberimiz ömrün formülünü vermiş. “ Hiç ölmeyecekmiş gibi
dünya için çalışınız, yarın ölecekmiş gibi de ahret için çalışınız .” Ne var ki
bizler hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışıyoruz. Aniden kendimizi ölüm
döşeğinde bulunca da en yakınlarımızdan, doktorlardan medet umuyoruz.
Oysaki medet umduğumuz insanlar da kendimiz gibi ölümlüdür. Manisa’nın en
ileri gelen ailelerinden bir büyüğü, ölümcül bir hastalığa yakalandığında
çocuklarına bağırmış: “ Beni neden Amerika’ya götürmüyorsunuz? Ben
bu parayı niçin kazandım . ” diye hakaretlerde bulunduğunu hastanın
yakınından dinlemiştim. Neticede ölüm karşısında en sade vatandaştan, anlı
şanlı krallarına kadar herkes çaresiz bir telaşa kapılıyor.
Orta Çağ’da Avrupa’da ünlü Hessen Dukası hanedanının veliahdı, genç
yaşta amansız bir hastalığa yakalanır. Doktorlar, tedavisi mümkün olmayan
bir hastalık olarak teşhisini koyunca annesi gözyaşlarını içine akıtarak
ağlamaya başlar. Öleceğini anlayan veliaht da telaşa kapılır. Kendine göre
çareler aramaya başlar.
— Anne, ecelin gelip beni öyle kolayca almasına müsaade etmeyeceğim.
Göreceksiniz, onu buraya sokmayacağım. Kılıçlı mızraklı kırk kişi gelip
başımda beklesin. Pencerenin etrafına toplar dizilsin. Azrail yaklaşmaya
cesaret ederse hiç acınmasın. Gereği yapılsın.
Zavallı veliahdı, kırmamak için emri üzerine toplar pencere kenarına
mevzilenir. Kılıçlı kırk kişi, veliahdın odasında nöbet tutmaya başlar.
İçlerinden birini tanıyınca “Lorraine !Lorraine! ” diye seslendi. Asker, yatağa
yaklaştı. Askere “ Biliyorsun, sen benim en yakın arkadaşımsın. Şu keskin
kılıcınla Azrail’i bana yaklaştırmazsın, değil mi?” dediğinde…
Asker Lorraine: “ Hiç, merak etme! Veliahdım, yaklaştırmam:” der. Bu arada
sarayın papazı hastaya yaklaştı ve çarmıha gerilmiş küçük İsa heykelini
göstererek kendisiyle uzun uzun fısıldayarak konuştu . Genç veliaht, papazı
şaşırarak dinledi. Sonra birdenbire telaşla: “ Söylediklerinizi çok iyi
anlıyorum Rahip Efendi… Kendisine para verirsek hizmetlimizin çocuğu
küçük Beppo, benim yerime ölmez mi?” deyince, papazın nutku tutuldu .
Veliaht yine rahibin kulaklarına fısıldayarak:
— Sayın Peder, anlattıklarınız çok üzücü... Neyse ki cennette yine veliaht
olacağım. Tanrı, mutlaka benim soyluluğumu dikkate alıp bana ona göre
davranacaktır.
Sonra annesine döndü:
— En güzel giysilerimi ve beyaz mantomu getirsinler. Bari cennette biraz
güzel görüneyim.
Rahip, üçüncü kez veliahtla konuştu. Yavaş yavaş bir şeyler anlattı. Daha
sözünü bitirmemişti ki veliaht:
— Ya! Demek ki ölümün karşısında ne anneler – babalar, ne rahipler ne
askerler ne de doktorlar bir şey yapıyorlarmış. Veliaht olmak da hiçbir işe
yaramıyormuş! dedi .
Sonra duvara döndü. Çaresizce acı acı hıçkırarak ağladı. Üçüncü
hıçkırışta annesi, babası, rahip ve askerler başındayken son hıçkırıkta ruhunu
teslim etti.
Hayatı boyunca dağdan odun getirip satarak maişetini sağlayan adama
-ileriki yaşlarında - yaptığı iş kendisine bayağı ağır gelmeye başlar. Hayatın
yükünü çekemez olur. Bir yaz günü, ormandan edindiği odunları sırtında
taşırken yorulur. Sıcaktan dili bir karış çıkar ve bir anda sırtındaki
odunları fırlatarak : “ Yeter , be! Nedir çektiğim bu hayattan ! Azrail, gel de
al canımı! ” der. Aniden Azrail karşısında arz-ı endam eder : “ Geldim (!) ”
der. Telaşa kapılan ihtiyar: “ Şu odunları, sırtıma almaya yardım et de
kulübeme kadar gideyim .” der. Evet, ölüm karşısında herkes
telaşlanmaktadır. Eli ayağı, dili birbirine dolaşmaktadır. Dünyanın en
fakiriyken elli altı yaşında, dünyanın en zengin insanı olan Steve Jobs’u
varlığına rağmen parası bir gün olsun yaşatamamıştır. Oysaki bir gün sonra
‘‘İphone 4’’ü tanıtacaktı.
Dinimize göre nefesler sayılıdır. Ne bir saniye önce ne bir saniye sonra nefes
bırakılır. Tıpkı güneşte ve lodosta yavaş yavaş eriyen kar gibi… Bize verilen
ömür sermayemizi, her nefeste tüketiyoruz. Jobs da ömür sermayesini
tüketip son nefesini verirken ağzından dökülen son cümle şu olmuştur: “
Ölüm, hayatın en büyük icadıdır.” diye ruhunu teslim etmiştir.
Sağlığı ve her türlü üne(şöhrete), una (varlığı), maddi imkana sahipken hayatı
komedi sananlar, son espriyi unutmamaları gerekir. Toprak herkesi eşitleyerek
kucaklar, içine alır.
Yazımın başlığına dönelim: : “ Son nefesimizde, nasıl bir hayat yaşamak
istersek şu anda öyle yaşayalım.www.kadirkeskin.net
Not: Ömrünün çeyrek asrını Manisalı esnaflara adayan, Manisa’da Esnafın
çınar ağaçı iki kızı da öğrencim olan, sevdiğim, saydığım yakın dostum Sayın
Recep Çınar beyefendiyi makamında ziyaret ederek, bu güne kadar başarı ile
yürüttüğü hizmetlerinde, daha nice yıllar sağlık ve afiyet içinde yürütmesi
temennisinde bulundum ve yeni çıkan kitaplarımı kendilerine takdim etim
.www.kadirkeskin.net