Afyonkarahisar ilinin otu kekik, kuşu keklik olan ilçesinin Çiftlik Köyü’ndenim. 1944 doğumluyum. Çocukluğumda, 103 yıl önceki Yunan mezalimi hakkında ileri yaştaki dedemden dinlediklerimi bu yazımda siz okurlarımla paylaşmak istedim.
Okuduğum okulların yanında belleğimde kazınamayacak, kalıcı iz bırakan rahmetli dedem İbrahim Çavuş’un Latin harfleriyle okuma yazması yoktu. Âlim değildi ama ârif bir insan olduğunu çocukluk yıllarımdan sonra anladım. Merhum dedemin anlattığı dev ve peri masalları ile dinî ve millî hikâyelerinin yanında Yunan işgalinde Afyonkarahisar ve köylerinde yaşananlarla ilgili anlattıkları hâlen dün gibi belleğimde.
Kısacası bizim kuşağın radyo, tablet ve televizyonları aksakallı dedelerimizle beyaz yemenili ninelerimizdi. Akşam yemeğinden sonra ocakta yanan ateşe karşı onların dizlerine başımızı koyar, anlattıklarını büyük bir heyecanla dinlerdik. Hâlen bu yaşta bile o günler gözümün önünde canlanınca burnumun direği sızlıyor. İşte bizim kuşak böyle aksakallı dedelerimizle, beyaz yaşmaklı ninelerimizin anlattığı hikâye ve masallarla hayata hazırlandık. Şimdiki kuşak gibi televizyona ve çocuklarımızı akılsız hale getiren akıllı telefonlara emanet edilmedik.
Kurtuluş Savaşı ile dedemin anlattıkları, rahmetli Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa” ismiyle yayınlanan ve televizyona da uyarlanan kitabıyla örtüşüyordu. O kitabı kaç defa okudum bilmiyorum.
Benim yaştakilerin de büyüklerinden dinlediği Yunan işgalinde yaşanan acıklı hatıralara geçmeden önce, Yunanlı yedek subay Dimitri’nin bir anısını siz okurlarıma arz ederek dedemin hatıralarına geçmek istiyorum.
Yunanlı Asteğmen Dimitri’nin Anılarından
“Bizimkiler Afyonkarahisar köylerinde evlere kapıları kırıp giriyorlardı. Ben de kapısı açık bir eve girdim. Salonda süngü ile öldürülmüş, kanlar içinde yatan bir ihtiyar vardı. Arka odadan kahkahalar geliyordu. On kadar asker bir Türk kızını zorla dans ettiriyordu. Kız yarı çıplaktı, ağlıyordu. ‘Gel sen de mezeden tat’ dediler. ‘Ayıp, dedim, savaştayız’ dedim. Türk kızı bizimkilerin yaptıklarını onaylamadığımı anlayınca yanıma koştu, ayaklarıma kapandı, kurtarmam için yalvarıyordu. ‘Kadındır yapmayın’ dedim. Gözü dönmüş askerlerden biri süngüsünü çıkarıp bana yöneldi, küfür ederek ‘bas git’ dedi. Kaçmak zorunda kaldım. Kızın çığlıklarını unutamadım.”
Dedemden Dinlediklerim
“Biz o karanlık günleri, tacizleri, tecavüzleri, zulümleri, işkenceleri hiç unutmadık. Aman çocuklarım, sizler de hiç unutmayın. Düşman yurdun dört bir yanını istila etmiş, namus payimal edilmiş, yaşlı genç demeden insanlarımız öldürülüyor, hatta sivilleri de süngülüyorlardı. Düşman köylere kadar giriyor, malımıza mülkümüze el koyuyor, genç kadınları erkeğinin gözü önünde taciz ediyor, hatta Müslüman Türk kadınını aşağılamak için silah zoruyla oynatıyorlardı. Onun için kadınlarımızı saklamak için gübre içine gömmek zorunda kalıyorduk.
Tabii biz rençberlik yapan fakir-fukara insanlarız. Köylerimize saldıran kâfire mukavemet gösteremiyoruz. Yokluk zamanı, silah yok, cephane yok. Günler günleri kovalıyordu. Korku ve endişe ile bekliyorduk. Askerlerimize ve kumandanlarına dualar ediyorduk.
Yine bir gün tellal bağırdı: ‘Düşman geliyor, saklanın, tedbir alın!’ Erkekler, namuslarını köy yerlerindeki hayvan tezeği yığınlarının içine saklıyorlardı. Biz de bir dışkı tepeciğinin içine elimize birer tas alıp girdik. Ağzımıza hayvan pisliği girmesin diye tası ağzımıza dayıyorduk.
Yunanlar geldi, her tarafı arıyor, seslerini duyuyorduk. Saklandığımız gübrenin içine bir süngü soktular. Süngü komşumuz Halil amcanın kolunu sıyırmıştı. O kadar acımış ki hanımına halel gelmesin diye gık çıkaramadı. Biz tezek yığınından çıkmayınca düşman köyü terk etti. O gün kurtulmuştuk. Üstümüz başımız pislik kokuyor, her yanımız pislik olmuştu. Biz bu kokulara köy yerinde alışkındık ama esas ağrımıza giden çaresizlikten pisliğin içine saklanmaktı.
Gel zaman git zaman, bir gün yine bir bağırtı koptu: ‘Yunan askerleri geliyor!’ Köylerde erkekler namuslarını ineklerin pisliğinin içine kahrederek saklamaya çalışırken bir de baktık ki bu gelenlerin yüzü düşmanlarınki gibi nursuz değildi. Elbiseleri ve postalları da gâvurlarınkine benzemiyordu. Bir asker diğerine ‘Ali’ diye hitap edince pisliğin içine saklananlar fırlamaya başladılar. Askerler de biraz korktu, ne oluyor diye.
Köylü onların Türk askeri olduğunu anlayınca, öptürmek istememelerine rağmen postallarını çoluk çocuk hep beraber öptük. Köylü hüngür hüngür ağlayarak askerlerimizi kucakladı.
— Siz Türk’sünüz?
— Evet Türk’üz. Siz niye bu pisliğin içine girdiniz be Müslüman?
— Sizi düşman sandık da ondan kahraman Mehmed’im.
‘Artık korkacak bir şey kalmadı. Tüm kâfirleri geldikleri yerlere gönderiyoruz, Yunan’ı kovalamaya başladık. Milletimizin namusu ve tüm kutsal ve millî değerleri artık selâmete ermiştir. Haydi hanımlarınızı alın, evinize gidin’ dediler.
Evlerine dağılan köylüler evlerinde ne varsa—su, ayran, ekmek, buğday, arpa—hepsini yetiştiriyor, un veriyordu. Biz çiftçiler de Millî Mücadele’ye böyle destek veriyorduk.”
Bu ülke hem kanını hem de evdeki lokmasını Mehmetçiğiyle paylaşarak böyle kurtuldu.
Evet, terlemeden, çile çekmeden, kanına, canına, namusuna bir zarar gelmeden bu vatanı sıradan bir toprakmış gibi çiğneyenlere, İstiklal Marşı okunurken ayağa kalkmayan, saygı göstermeyen vicdansızlara; rengini şühedânın kanından alan bayrağımıza hürmet göstermeyen şuursuzlara, öbür tarafta şehitlerimizin ve gazilerimizin hakkını helal edeceğini sanmıyorum.
İstiklal Savaşı’nda elinde süngüsüyle düşmanı kovalayan Mehmetçiğe, çocuğunu köyün aksakallı imamına emanet ederek bebeğinin kundak beziyle askere cephane taşıyan yaşmaklı annelerimize, seccadesiyle dua eden ninelerimize, askerlerimizi aç bırakmamak için lokmasını Mehmetçikle paylaşan yoksul köylülerimize; bu heyecanı organize ederek Dumlupınar’da üç komutan anıtında yer alan başta Gazi Mustafa Kemal, Mareşal Fevzi Çakmak ve İsmet Paşalarımızın yanında Elazığlı Binbaşı Hacı Ömeroğlu Yusuf Ziya, Diyarbakırlı Üsteğmen Mehmet oğlu Ahmet, Urfalı Teğmen Halil İbrahim oğlu Mustafa, Süvari Alayı Komutanı Şekip Bey, Düzce’den Veysel Ömer; Akhisar Tatasut Köyü’nden İbiş Ömer, Alaşehir’den Arif oğlu Mehmet, Bolvadinli Mehmet oğlu Mustafa, Süvari Alayı Komutanı Yüzbaşı Rauf ve Afyonlu İsmail Çavuş ile isimlerini sayamadığım Dumlupınar şehit ve gazilerimize Rabbim’den rahmet diliyorum. Rabbim cennette mekânlarını âli eylesin.
Bizleri de rahmetli Âkif’in diliyle “cennet” diye tabir ettiği bu güzel ülkemize lâyık, kıymetini bilen yurttaşlardan eylesin. Âmin… Âmin… Âmin…
Not:
1- Afyonkarahisar köy ve kasabalarında Yunan mezalimini görüntüleyen bir belgesel.
2- 9 Eylül Salı günü kısmet olursa “Değerlerimize Rağmen Neden Buradayız?” konulu konferansım için Akhisar T Tipi Kapalı Cezaevi’nde mahkûm kardeşlerimle beraber olacağım.
Yorumlar
Kalan Karakter: