İtalya’nın Padova dolaylarında çiftçilik yapan fakir bir aile, geçim sıkıntısı dolayısıyla 5 oğlan çocuğundan biri olan Lorenzo’yu cambaz olsun diye cambaz kumpanyasına satmışlar. Kumpanyadakiler onu aç susuz bırakarak, döve döve Lorenzo’ya birkaç numara öğretmişler. Almanya, Hollanda, Fransa derken bütün Avrupa’yı dolaştırarak İspanya’ya gelmişler.
Lorenzo bakmış ki dayağın ardı arkası kesilmemiş, İspanya’da Borseleno’ya gelince kumpanyanın bir gösterisi sırasında Lorenzo’nun perişanlığı İtalyan elçilik görevlisinin dikkatini çeker. Gösteri sonu çocuğun hayat hikâyesini Lorenzo’dan dinleyince etkilenir. Onu, turist olarak Avrupa turuna çıkan varlıklı bir turist grubunun İtalya’ya dönüş yapan gemisine bindirerek ailesine kavuşmak üzere eline de Cenova Emniyet Müdürlüğü’ne yazılmış bir mektup sıkıştırarak gemiye teslim eder.
Mektupta: “Bir hayvan gibi satılmış olsa da çocuğun ailesine teslim edilmesini” ister. Lorenzo’ya perişanlığı dolayısıyla ikinci mevkiden kamara verirler. Ama herkesin gözü Lorenzo’nun üzerindedir. Herkes ona sorular soruyor ama çocuk, aylarca gördüğü mahrumiyet ve eziyet yönünden kimseye cevap vermiyor.
Bu arada gemidekilerin bazıları Lorenzo’ya yemek ısmarlayarak, bozuk paralar vererek çocuğu rahatlatmak isterler. Yolculardan üçü ısrarlı sorularıyla çocuğun dilini çözerler. Lorenzo ailesini ve kumpanyada gördüğü muameleyi anlatır. Bu üç yolcu, içtikleri şarabın etkisiyle merhamete geldiklerinden olsa gerek, ceplerinde bulunan bozuk paraları boşaltarak Lorenzo’yu daha çok konuşturmaya çalışırlar.
Öğrendiği birkaç cambazlık numarasını yapınca gemideki turistlerin ilgisini çeker. Uzun yolculuk nedeniyle vakit geçirmek amacıyla Lorenzo’ya maskot gözüyle bakarak, gemideki baylar-bayanlar yeniden gösteriş olsun diye bağıra bağıra “Al bunu, bunu da al” diyerek masanın üstüne attıkları şıngırdayan paraları Lorenzo’ya verirler. Lorenzo da masanın üzerinde şıngırdayan paraları olduğu gibi cebine indirir. Bir seneye yakın aç susuz çalışmasına rağmen cebinde bir kuruş yok iken, bir anda cepleri para ile dolmuş, adeta kendine göre küçük bir servet edinmiş.
Nihayet gösteri ve şamatanın arkasından hem Lorenzo hem de izleyiciler gecenin geç vaktinde yorgun düşerek kamaralarına çekilmişler. Lorenzo da kamarasında masanın üzerine ceplerini boşalttığında paraların küçük bir servet olduğu düşüncesiyle perdesini çekerek uyumak istediği sırada, yolculardan bir grup geminin salonunda içkiye devam ederken gezdikleri memleketleri birbirlerine anlattıkları sohbet İtalya’nın durumuna gelir.
Kimisi demiryollarının hantallığından, otellerin ve hastanelerin pisliğinden, kimisi siyasilerden derken toptan hep bir ağızdan İtalya’ya verip veriştirmeye başlamışlar. Biri İtalya’da dolandırıcılardan, haydutlardan geçilmediğini, diğeri de memurların suratsız olduğunu söyler. Bir diğeri “Ne olacak cahil bir halk, hep cahilleri seçerse olacak budur.” der. Bir diğeri de “Hem de halk çok pis” diyerek devamla “Hem de hır…” —“hırsız” demesine fırsat bırakmadan yağmur gibi bozuk paralar başlarına ve masaya yağmaya başlamış.
Masadakiler hiddetle ayağa kalkıp yukarı doğru baktıklarında suratlarına bir avuç para daha yemişler. Kuşetinin perdesini aralayarak dışarı sarkan Lorenzo onları küçümseyerek “Alın paralarınızı.” demiş. “Memleketimi hor görenlerin verdiği sadakayı asla kabul edemem.”
Lorenzo’nun yaşadığı olay, aynısıyla maalesef bugün bizim ülkemizde fazlasıyla yaşanıyor. TOGG yapılıyor “İtalya’dan montaj”, İHA-SİHA yapılıyor “kalorifer peteği”, denizde doğalgaz bulunuyor “deniz altından Putin gönderiyor”, hastaneler yapılıyor “çok büyük deniliyor”. Havaalanı, yol, köprü… her şeye hayır diyen bir zihniyetin gemideki İtalya’nın kaymağını yiyen burjuvalardan ne farkı var?
İstiklal Marşı’nda ayağa kalkmayıp “Ermeni soykırımı tanınsın” diyenlerle, sahillerde envai çeşit balık türleriyle tıka basa karınlarını doldurup da “Açız!” diye bağıranları hiç hesaba katmıyorum. Öyle garip bir ülkem var ki, geçim sıkıntısı çeken yurttaşlarımız “Açız” diye bağırmıyor da, kılık kıyafeti ve görünüşü itibarıyla refah seviyesi yüksek yurttaşlarımız “Açız” diye bağırıyorlar. Bunların amacı “açlık-tokluk” meselesi değil, kendilerini bu ülkenin “asıl” birinci sınıf vatandaşı olarak gördükleri için ülkeyi Anadolu çocuklarının yönetmesini hazmedemiyorlar.
Gelelim bizim delikanlımıza, yiğit bir sporcumuz Necmettin Erbakan Akyüz’e. Altı kez Kung-fu şampiyonu olup, 2 Mayıs 2024 tarihindeki Avrupa Kung-Fu Şampiyonluk madalya töreninde açtığı Filistin bayrağı nedeniyle Filistin’e desteğini hazmedemeyen Siyonist lobi, milli sporcumuzun Avrupa şampiyonasını incelemeye alarak federasyon değerlerine (Siyonist değerlere) aykırı bulduğu için Necmettin Erbakan Akyüz’ün şampiyonluğunu iptal etti.
Bunun üzerine açıklama yapan milli ve milliyetçi sporcumuz Necmettin Erbakan Akyüz:
“Belki bu paylaşımla birlikte spor hayatım bitti. Spor hayatımın bitmesi, başarılarımın elimden alınacak olması ya da maddi kayıplarımdan dolayı hiç üzgün değilim. Kariyerim, sporum, param, şöhretim, kazandığım hiçbir başarı Filistin’deki mazlumların tek damla kanından daha önemli değil.”
diyerek sözlerine şöyle devam etti:
“Zalimlere ve onların köpeklerine lafım, davam uğruna attığınız her taş ahirette benim madalyam olacaktır. Sizin nezdinizde kıymetli olan madalyaların, kölesi olduğunuz Siyonizm’in temsilcisi sözde İsrail bayrağı paçavrasında iki çizgiden biri Nil Nehri, diğeri Fırat Nehri arasındaki topraklara hâkim olmaktır. Madalyalardan birini Nil Nehri’nin dibine, ötekini de Fırat Nehri’nin dibine attım. Biz buradayız, eğer istiyorsanız gelin alın. Alabilirseniz alın. Biz buradayız, bu toprakların sahibiyiz. Ama ben özgür Filistin kurulduğunda Şeria Nehri’nde olacağım. Paranızı da madalyalarımın hepsi de sizin olsun. Kazandığım para ve madalyaların hiçbiri benim milli ve manevi değerlerimden daha değerli değildir.”
Türkiye “İyilik Ödülü” sahibi de olan Necmettin Erbakan Akyüz, Çin’deki yarışmalar esnasında Müslüman ülkelerden gelen sporcu arkadaşlarını da organize ederek Çin Seddi üzerinde cemaatle namaz kılmalarına vesile olmuştur.
Bir taraftan böyle milli ve manevi değerleri özümseyen gençlerimiz yanında, dünyaca ünlü müzisyen Emma Shapplin’in Bodrum’daki konseri esnasında okunan ezana gösterdiği saygı nedeniyle ara verdiğinde adı Ahmet, Mehmet, Ali, Veli olan bizim olup da ruhen bize ait olmayan bazı gençlerimizin ezana ara verilmesine protesto alkışlarını sosyal medyada üzülerek izledik.
Bu tür gençlere Ahmet Haşim’in bir beytiyle karşılık veriyorum:
“Melali olmayan nesle âşinâ değiliz.”
(Sıkıntımızı, hüznümüzü, değerlerimizi anlamayan gençlere tanıdık değiliz.)
Biz onlara, onlar da bize tanıdık değiller.
Yorumlar
Kalan Karakter: