Çok gürültülü bir varlıktır insanoğlu; belki de en büyük handikabı bu gürültünün kendisidir. Elinin değdiği yere mucize akıtabilecek kadar rahmânî, öte yandan dokunduğu her şeyi kurutacak kadar da nefsânîdir. Beşer, mübah olan ne varsa yeni baştan liste yapar; sonra kendi icadına inanır ve bunu hakikat diye önümüze sunar.
İşte tam da bu yüzden inanç elzemdir; lâkin derûnî bir meseledir. Hakikat dediğimiz şey kime göre, neye göre değişir? Kültürler arası müşterek bir hakikat dili var mıdır sahiden? Eğer varsa, ben de şu bineva ömrüme ondan bir parça isterdim.
Ne var ki arayış, çoğu zaman insanı daha büyük bir girdabın içine çeker. İnanırsan mutlu olursun; inanmazsan da hüzne gebe olmuyor o nadide saadet. Belki de mutluluk, pat diye karşına çıkan bir mucize değil; anlam arayışına direnmekten ibarettir. Her şeyin anlamlı yahut makul bir mantık çerçevesinde olması gerekmez. Hani bir çocuğu susturmak için dayatılan emzik gibi; biz de çoğu zaman hakikatin yerine, makul görünen oyuncaklarla avutuluyoruz. Tuhaf girdap içinde girdap…
Bu girdabın bir başka yüzü de çağımızın teknolojisiyle karşımıza çıkıyor. Ne büyük tezattır ki, en yeni araçlara sahibiz, derin bir iletişim ağı elimizin altında; ama yine de iletişemiyoruz. Anlam arayışı, bazen sorguya, bazen de tahammül edilmez bir hayal kırıklığına bırakıyor yerini. En yakınımız sandıklarımız, çoğu kez yalnızca sosyal medyada “yakın arkadaş” listesinde kalıyor.
Böyle zamanlarda tahayyül bile edemediğim günlerden geçiyorum. Ne kırgın ne de üzgünüm aslında; fakat kendime dayattığım mukaddes kaidelerin çöküşünü seyrederken, öte yandan da eylem üstüne eylem yapma telaşıyla sürükleniyor ruhum — ve onunla birlikte, bedenim.
Ve bu hengâme içinde bir başka hakikat daha öğrendim: Sözlerin oyun hamuru gibi şekilden şekile girdiği dünyada aslında hiçbir şey ifade etmediklerini. İnsan, en keskin ve net düşüncelerini çoğu kez öfkesinin hararetinde döküveriyor kelimelere. Suç kelimelerde değil; onları kutsayan ağızlarda. Nietzsche ne güzel söyler: “Ben bu kulakların duyacağı ağız değilim.” Ağzı hiç kapanmayan tuhaf bir cenaha hükmederken, hakikatin bazen sükûtla fısıldadığını fark ediyor insan.
Tam da bu noktada, dikkatimi ne feminizm çığlıkları ne de erkeklere ithaf edilen prenseslik masalları celbediyor. Algı algoritmam artık sadece sosyal medya haberleriyle şekillenmiyor. Gece yarısı uykumdan uyandıran bir ağrı hayatıma eşlik etmesin diye, olabildiğince az düşünüyorum. Yıllar önce kapattığım sayfaların kimse tarafından açılmaya hak görülmemesi için güvenmiyorum artık. Ve çok konuşmuyorum; belki suskunluktan da anlasınlar diye.
Bütün bunların ardından geriye şunu söylemek kalıyor: Ben beni seviyorum aslında. Rahmân’ın katından verilen nice nurla geldiğimiz bu âlemde, anlam arayışını bırakarak, tahakküm edici emarelerle kuşatılmayan bir hayatın peşindeyim. Güzel ve kolay olan her şeye talibim bundan sonra.
Ve ben bu ömrün tahakkümünü değil, kendi suskunluğumun hürriyetini seçtim.
Yorumlar
Kalan Karakter: