İnsanlık, görsel yanılsamalara bayılır. Bir fotoğraf, bir saniyelik bir an, koca bir hayatın özetiymiş gibi paketlenir. Nietzsche’nin dediği gibi: “İnsan, kendini kandıran en becerikli hayvandır.” Fotoğrafa bakar, kendi hikâyesini yazar, sonra da bu hikâyeyi hakikat diye pazarlamaya kalkar. Oysa fotoğraf, gerçeğin en sessiz ve en eksik tanığıdır.
Görünüşe dayalı yargılar, zihin tembelliğinin en parlak göstergesidir. Çünkü düşünmek, fotoğraf kaydırmaktan daha çok enerji ister. Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi, çoğu kişi gölgeleri gerçeğin kendisi sanır. Oysa zekâ, fotoğraflarda değil, cümlelerin dokusunda, fikirlerin keskinliğinde, zihnin kıvraklığında saklıdır. Hiçbir insanın hikâyesi bir fotoğraf karesine sığmaz; çünkü gerçek kimlik, algının ötesinde bir derinliktir.
Toplum, “görmek” ile “bilmek” arasındaki farkı çoğu zaman unutuyor. Ralph Waldo Emerson’un dediği gibi: “İnsan, kendini ifade ettiğinden çok daha fazlasını barındırır.” Bir bakış, bir fotoğraf, bir kıyafet, zekânın en yüzeysel tanıklarıdır; asıl hikâye, ruhun ve aklın inşa ettiği dünyada yazılır. Ve o dünyaya yalnızca düşünenler girebilir.
İnsanlar hızlı hüküm verir, çünkü yavaş düşünmek cesaret ister. Daniel Kahneman’ın psikoloji araştırmalarında gösterdiği gibi, zihnimiz “hızlı ve kolay” olana bağımlıdır. Bir fotoğraf, bu bağımlılığın en leziz tuzağıdır. Ama gerçek zeka, hiçbir zaman hızla tüketilecek bir imaj değildir; onu anlamak zaman, sabır ve dikkat ister.
“Hızlı yargılar, insanlığın en ucuz alışkanlığıdır; oysa gerçek bilgelik, yavaşlamayı, anlamayı ve farklı hikâyelere kulak vermeyi seçer.”
Çünkü zihinlerimizi fotoğraflar değil, fikirler; kalplerimizi ise önyargılar değil, empati büyütür. Ve belki de insanlığın en büyük zekâ göstergesi, anlamadan yargılamak yerine anlamak için bekleyebilmektir.
“Buraya kadar okuyabildiysen, belli ki düşünebiliyorsun. O halde şunu unutma sevgili okur: İnsan zekâsıyla ölçülür, görselliğiyle değil. Hızlı yargılar sadece zihnin yavaşlığını gösterir.”
Yargı Kültürünün Sessiz Zehri
Toplumun hızlı yargı refleksi, bireysel hikâyeleri birer başlık, birer etiket, birer basmakalıp düşünceye indirger. Susan Sontag, fotoğrafın “gerçekliği sahiplenme” yanılsamasından bahsederken aslında daha geniş bir yaraya parmak basıyordu: İnsanlar gördükleri anı kendi inanç kalıplarına uydurur, böylece düşündüklerini zannederken aslında sadece ön yargılarını tekrarlarlar.
Bu yargılar, sadece bir kişiyi değil, tüm bir toplumu yaralar. Çünkü her yanlış hüküm, adalet duygusunun biraz daha aşınması, empati kaslarının biraz daha zayıflaması demektir. Hepimiz bir başkasının fotoğrafında, sözünde, davranışında yanlış anlaşılmanın ağırlığını hissetmişizdir. Ve biliyoruz ki bu ağırlık sadece haksızlık değil, aynı zamanda bir yalnızlık yaratır: “Beni hiç anlamıyorlar.”
Psikolog Carl Rogers’ın dediği gibi, “Anlaşılmak, insanın temel ihtiyaçlarından biridir.” Hızlı yargılar, bu ihtiyacı görmezden gelir. İnsanlar, gerçekleri öğrenmek yerine, kolay ve basit etiketler yapıştırarak kendi konfor alanlarında kalırlar. Oysa gerçek bağ, ancak merakla, soruyla, anlamaya çabayla kurulur. Ve belki de dünyaya en çok lazım olan şey, daha çok bakış değil, daha çok anlayıştır.
Yorumlar
Kalan Karakter: